Olmak ve Yapmak Gerilimi Arasında Devrim Meselesi

Geleneksel sosyalizmin tahayyül dünyası içinde ‘devrim’ öteden beri yapmak fiiliyle birlikte anılmıştır. Devrim, yapılacak bir şeydir. Şu ya da bu devrimci strateji takip edilerek bir mücadele verilecek, bu mücadele başarılı olursa devrim yapılacak ve devrim sonucunda da toplumsal düzen baştan aşağı yeniden şekillendirilecektir. Bu tahayyül dünyası içinde tüm devrim kavramsallaştırmaları kaçınılmaz olarak ‘devlet iktidarının ele geçirilmesi’ üzerinden kurgulanmıştır. Geleneksel sosyalist literatürde ‘devrim,’ iktidarın işçi sınıfınca burjuvazinin elinden alınıp sosyalist bir düzenin inşa edilmeye başlanmasını işaret eder. ‘Devrimci’ de, işi/uğraşı devrim yapmak olan kişidir.

 

Geleneksel devrim tahayyülünün kendini ne şekilde gerçekleştirdiğine baktığımızda ise 20. yüzyıl oldukça zengin bir panaroma sunar. 20. yüzyılda oldukça farklı stratejiler, yöntemler, ittifaklar kullanılarak bir çok devrim yapılmıştır. Bu yapılan devrimlerin sonucu, tek kelimeyle, ‘hüsran’ olmuştur. Devrim yapmak, sosyalist değerlere/ideallere uygun bir toplumsal düzen yaratmaya yetmediği gibi, o ideallerden oldukça uzak, hatta bir çok açıdan onlarla çelişen bürokratik/totaliter oluşumlar ortaya çıkarmıştır. Devrim teorisinde ‘işçi sınıfının burjuvaziden iktidarı alması’ şeklinde özetlenebilecek temel düstur, pratikte, artık devrimine göre, bir kaç katmanlı temsil soyutlamasına uğratılmış ve işçi sınıfı (duruma göre ‘emekçi halk’), KP elitleri (ve hatta bazı talihsiz örneklerde askeri cuntalar) tarafından temsil edilir olmuştur.

 

Bu reel sosyalist örneklerin yarattığı hüsran, o rejimlerin yıkılmasıyla hissedilmeye başlanmadı. Özellikle 1960’lardan başlayarak, sosyalist hareket içinden, Sovyet ve Çin modellerine değişik derecelerde mesafeli bir eleştirellikte duran farklı akımlar türemişti. Bunların bir kısmı, bu eleştirel mesafelerine rağmen ‘devrim yapmak’ perspektifinden ayrılmamış, yalnızca ‘bu sefer daha iyisini/doğrusunu yapacaklarını’ iddia etmişlerdir. Diğer bir kısmı ise, daha özgürlükçü (libertarian) bir çizgi geliştirerek ‘devrim yapılmaz olunur’ demişlerdir. Türkiye’deki ’68 kuşağının isyanını tamamen bu ‘daha iyi/doğru devrim yapma’ perspektifi belirlerken, Batı ülkelerindeki ’68 isyanı büyük ölçüde ‘devrim yapmak yerine devrim olmayı’ tercih edenler tarafından şekillendirilmiştir. Batı’daki ‘68’den süzülüp gelen bu özgürlükçü sosyalist çerçeve –ki üzerinde anarşizmin etkisi açıktır-, geleneksel sosyalizmin yarattığı hüsrana tepkisini, devrim tahayyülünü yapmak yerine olmakla ilişkilendirerek vermiştir. Bu çerçevede ‘devrimci,’ devrim yapmaya değil, olmaya çalışan kişidir.

 

Nedir ‘devrim olmak’?

 

Devrim yapmakla olmak arasındaki fark bir kelime oyunu değildir. Devrim yapmak, verili bir öznenin kendi dışındaki dünyayı dönüştürmek için giriştiği eylemi işaret ederken; devrim olmak, öznenin bizatihi kendisini dönüştürmekten, öznelliği sorunsallaştırmaktan geçer. Devrim yapmak, gelecek-yönelimlidir ve bu perspektifte sosyalist insanın/ilişkilerin ancak burjuvazinin iktidarına son verildikten sonra (devrim yapıldıktan sonra) ortaya çıkabileceğine inanılır. Devrim olmak ise ‘şimdi-ve-burada’dır. Özne, hiç bir şeyi ertelemeden, şimdi-ve-burada, kendisini ve ilişkilerini sosyalist değer, idealler ve amaçlar doğrultusunda dönüştürmeye davet edilir. Öznenin kendisinin devrim oluşu ihmal edilerek ya da ertelenerek yapılabilecek herhangi bir devrimci eylemin sahiden devrimci olamayacağı ve amaçlananın tam tersi sonuçlar üretmeye mahkum olduğu varsayılır.

 

Ayrıntılandırırsak, sosyalist bir toplumsal mücadelenin amacı, tahakküm, sömürü, istismar içeren ilişkileri tasviye etmek ve bunların yerine özgürlük, eşdeğerlilik, dayanışma, adalet gibi değerlerle bezeli ilişkileri geçirmek ise, bu mücadeleyi taşıyan öznelerin hem kendi içlerinde hem de çevreleriyle kurdukları ilişkilerde, toplumsal düzeyde amaçlanan dönüşümü gerçekleştirme sürecinde olmaları gerekir.

 

‘Devrim olma’ perspektifinin bu daveti, geleneksel sosyalist tahayyül dünyası açısından çok radikal, fantastik, ‘topu taca atan,’ felç edici bir taleptir. Gerçekten de ‘devrim yapma’ perspektifinin sunduğu devlet iktidarını almaya/fethetmeye odaklı mücadele, dar anlamda bir politik mücadeledir ve hatları büyük ölçüde bellidir. Oysa ‘devrim olma’ perspektifi, devrim meselesini dışsallaştırmak yerine içselleştirmeye çalışarak, dar politik mücadele hattını alabildiğine genişletmekte, psikolojik ve kültürel düzeyleri olmazsa olmaz temel politik mücadele alanları arasına katmaktadır. Bu bakışla, klasik anlamda, iktidarın alınarak devrim yapılamayacağı açıktır. ‘Devrim olma’nın temel derdi iktidarı almak değil, lüzumsuzlaştırmaktır. Ek olarak, iktidar denilen şeyin yalnızca devlet iktidarı üzerinden anlaşılamayacağı, bütün insani/toplumsal ilişkileri kuşatan çoğul ve çok katmanlı iktidar kuşakları olduğu, özellikle de kapitalizmin vardığı sanayi-ötesi bilgi/medya toplumu çağında, insanın yalnızca üretim içindeki faaliyetinin değil, bizatihi bütün varoluşunun, bütün öznelliğinin taaruz altında olduğu giderek daha çok fark edilmiştir.

 

‘Özel olan politiktir’[1] ve ‘gerçekçi ol, imkansızı iste’ sloganlarının, ‘devrim olma’ perspektifini güzel bir şekilde özetlediği söylenebilir. Klasik anlamda kamusal/politik alanın dışında kabul edilen ‘özel alan’ yaşantılarının[2] politik olduğunu söylemek ve bu alandaki varoluşumuzda, bilinçli ve bilinç-dışı düzeylerde, ister istemez ağırlıklı bir yer tutan tahakküm, sömürü, istismar içeren tarzlarla yüzleşmek ve bunları dönüştürmeye çalışmanın kendisi, aslında son noktası olmayan, bu anlamda mutlak olarak ulaşılması imkansız (ütopik) bir hedeftir. Tam da bu imkansızlık nedeniyle bu hedef gerçekçi olarak görünür. Yolumuzu aydınlatan kutup yıldızı gibi. Yol bitmez, kutup yıldızına ulaşılmaz, ama kutup yıldızı yol almamıza yardım eder. Aslolan, yol almaktır. Yolun bir gün biteceği fantazisi, yanılsamalı bir cennet vaadidir. Yolun hiç bitmeyeceği bilgisi, yeterince/olabildiğince yol almaya çalışmamızı engellemez.

 

İyi ama nasıl?

 

‘Devrim olma’ daveti, ontolojik düzeyde ciddi bir meydan okumadır. ‘Devrim olma’nın önemli bir şey olabileceğine ikna olsak bile, nasıl devrim olunabilir ki? Kendi dışımızda bir şeyleri dönüştürmek için uğraşmak (örneğin devrim yapmaya çalışmak), ne denli pratik zorluk olursa olsun, benzer bir ontolojik sorun çıkarmaz. Verili bir özne konumundan kendi dışımıza müdahale etmek veya tepki vermek, zaten gayet iyi bildiğimiz, hep kullandığımız bir tarzdır. Burada ise söz konusu olan, öznenin kendini kurcalaması/dönüştürmesi, genel toplumsal düzlem için düşlediği devrimi kendinde modellemeye çalışması, devrim olmasıdır. Özne, kendi içinde devrim olabilir mi? Nasıl?

 

Mikro düzey bir analizle başlayalım. Kendisinden başka bir grup insanla birlikte gönüllü ya da zorunlu olarak bir faaliyette bulunmuş olan herkes bilir ki, o faaliyet başlar başlamaz ilginç grup dinamikleri ortaya çıkmaya başlar. Kurumsal bir çerçeve içinde üstlenilen roller var ise o roller insanların davranışları üzerinde oldukça etkilidir. Bu rollerin formatladığı hiyerarşi içinde ast-üst ilişkileri şekillenir ve kendini yeniden üretir. Eğer bir faaliyet sıfırdan başlıyorsa ve önceden belirlenmiş bir kurumsal çerçeve yok ise o zaman bu insan grubunun yapacağı faaliyet için bir örgütlenmeye gitmesi ve iş yapma tarzını belirlemesi gerekir. Bu noktada o grup üyelerinin o faaliyete getirdikleri tecrübe, donanım, bilgi ve kişilik tarzı, onların grup içinde nasıl bir işlev göreceklerini belirler. Kimi üyeler liderliğe soyunur, kimileri lider olmaya doğru itilir, kimileri uyumludur hep itaat eder, kimileri hep muhalefet eder, kimileri daha çok sorumluluk üstlenir, kimileri daha çok kaytarır, kimileri başkalarını dinlemez ve hep kendi dediği olsun ister, kimileri pek bir şey söyleyemez ve hep başkalarının dediğini dinler vb. Küçük gruplarda bile grup dinamikleri içinde üyelerin birbirleriyle nasıl bir ilişki tarzı tutturacakları konusunda binbir çeşit ihtimal vardır. Söz konusu grup, bir uçta katı/otoriter/hiyerarşik bir tarzda örgütlenebileceği gibi, diğer uçta demokratik/çoğulcu/eşitlikçi bir tarzda örgütlenebilir. İki uç arasında sonsuz sayıda gri ton mevcuttur. Bizim konumuz açısından burada önemli olan, her tür sosyal grubun illa ki heterojen bir organizasyon olduğudur. Grup içi farklılıklara tahammül gösterilmeyebilinir, farklılıklar bastırılabilir (ya da egemen eğilimden kopuşturulabilir) ve grup bir süre (bazı durumlarda uzun bir süre) sanki homojenmiş gibi bir görüntü verebilir. Ancak temel olarak, hiç bir insan bir diğerinin tıpkısı olmadığından, her sosyal grup heterojendir.

 

Mikroanaliz düzeyimizi bir kat daha daraltalım ve birlikte olan/yaşayan bir kadın-erkek (ya da eşcinsel) çifti ele alalım. Yukarıda bir grup faaliyeti bağlamında söylenenlerin hepsi çiftlerin ilişkileri için de geçerlidir. Kadın ya da erkek, bu ilişki çerçevesinde, belli bir kültür içinde şekillenmiş evlilik/aile kurumunun dayattığı davranış normlarından etkilenirler. Mevcut geleneksel kurumsallığı olabildiğince azalttıkları durumlarda bile, ilişkiye getirdikleri donanım ve kişilik tarzları, o ilişkinin genel tarzını belirler. Çiftler de gruplar gibi, bir uçta katı/otoriter/hiyerarşik bir tarzda örgütlenebileceği gibi, diğer uçta demokratik/çoğulcu/eşitlikçi bir tarzda örgütlenebilirler.

 

Buraya kadar söylenenler bilinmeyen şeyler değil. Ancak mikroanaliz düzeyini bir kat daha daraltmak da mümkün. O zaman karşımızda insan bireyi var ve insanın kendi içinde nasıl örgütlendiği meselesini – ki geleneksel olarak psikoloji alanının meselesi olarak kabul edilir – politik bir analizin (örneğin ‘devrim’ üzerine bir analizin) ana eksenlerinden biri olarak sunmak çok alışıldık bir durum değil. Oysa, devrim olmaktan bahsediyorsak, insan-öznenin kendi içinde devrim olma imkanını sorgulamaktan kaçamayız. Sosyalist literatürde bu konu oldukça ihmal edilmiştir. Özgürlükçü sosyalist bir çerçeve içinde bile, devrim olma perspektifinden anlanan büyük ölçüde, devrimci mücadele örgütlerinin burjuva örgütlenme tarzlarını taklit etmemesi, doğrudan demokrasiye ağırlık vermesi vb.dir. Politik süreçler ve kurumsal çerçeve açısından oldukça değerli olan bu öneriler/uygulamalar, insan-öznenin kendi içinde bir devrimle etkileşim halinde olup tamamlanmadıkça kadük kalmaya ve kapitalist toplumun tarzlarını yeniden üretmeye mahkumdur. Dolayısıyla meselemiz, sosyalist insan-öznenin kendi içinde nasıl örgütlenebileceği meselesidir.

 

Yukarıda değinildiği biçimiyle insan grupları ve çiftler nasıl heterojense, insan bireyi de kendi içinde o kadar heterojendir. Bütün zihinsel süreçler ve hatta genel kişilik yapısı tekil/homojen bir tarzda işlemez. En basitinden bir örnek verirsek; her hangi bir konuda konuşmaya başlamadan hemen önce beynimizde neyi nasıl söyleyeceğimize dair çok sayıda ihtimal vardır. Çoğu insan bu ihtimallerin pek azının farkındadır. Çoğu ihtimal, bilinçdışında tutulur, farkında olunanların çoğu da yeterince işlemden geçirilmeden bertaraf edilir ve sonuç olarak sarfedilen cümleyi etkileme şansı bulamaz. Daha karmaşık bir örnek verirsek; benzer bir durum kişilik tarzı için de geçerlidir. Dışarıya karşı, tekil ve sürekliliği olan bir kişilik tarzı sunulsa bile, iç dünya alabildiğine karmaşık, çoğulcu ve çatışkılıdır (conflictual). Bu anlamda, yüzleşilmesine/farkında olunmasına izin verildiği takdirde, ‘insani olan hiç bir şey’ hiç bir insana yabancı değildir. Mikro örnekte cümleyi, makro örnekte ise kişilik tarzımızı örgütlerken, esas derdimiz, bu heterojenliğin yarattığı kaosu ve de kaosun yol açtığı müphemliği/kaygıyı engellemek/azaltmaktır. Envai çeşit bilinçdışı savunma mekanizması bu amaçla devreye sokulur. Sürekli ve yoğun bir kaos/kaygı, psikoz durumuna tekabül ettiğinden savunma mekanizmalarının kullanılması kaçınılmazdır, ancak bu mekanizmaların ne kadar katı ya da esnek kullanıldığı, kişilik tarzının ne kadar katı/hiyerarşik ya da demokratik/çoğulcu/esnek bir şekilde örgütleneceğini belirler. Katı kişilik tarzları, içsel süreçlerdeki çoğulluğa tahammül edemeyip boğdukları için insanın sahiciliğini, yaratıcılığını, öz-düşünümsellik (self-reflexivity) ve öz-eleştirellik kapasitesini sınırlandırırlar. Bu özelliklerin hepsi de öznelik kapasitesinin temel bileşenleridir. Sosyalizmin hedefi, tahakküm ve sömürüye karşı çıkarak, insanın kendi kaderini belirlemeye çalışan eyleyici bir özne konumuna gelmesi ise, öznelik kapasitesini öznenin içinden kısıtlayan her örgütlenmeyle mücadele, aynı zamanda bir devrim olma durumudur.[3]

 

İlişkisel psikanalizin[4] vukufla gösterdiği gibi, öznelik kapasitesi, aynı zamanda ve mecburen bir öznellikler-arası (intersubjective) kapasitedir. İnsan-özne, diğer öznelerle (‘öteki’lerle) ilişki içerisinde ve bu ilişkileri içselleştirerek özne olur. Bu anlamda her bir insan-özne, psiko-sosyal ve çoğul bir örgütlenmedir. Öznelik kapasitesinin ne şekilde ve ne kadar gerçekleşebileceğini belirleyen ilişkisel bağlam, aynı zamanda öznenin ne denli narsisistik (veya empatik) tarzda örgütleneceğini de belirler. Kapitalist kültürün pompaladığı ve beslendiği narsisizm sosyalizme karşıdır ve sosyalist insan-özne empatik olmak durumundadır.[5] Yoksunluklarla, yoksullukla ve haksızlıklarla mücadele derin bir empatik duruşu gerektirir. Bütün insanlığa (ve giderek diğer canlılara ve çevreye) yönelik bir empatik duruş. Öznelik ve öznellikler-arası kapasiteler bağlamında narsisizme karşı ve empatik bir duruş bir devrim olma durumudur.

 

Sonuç olarak

 

‘Devrim olma’ perspektifinden bakınca, bu yazı boyunca değinilen tarzda kendisiyle ve ilişkileriyle derdi olmayan, bunları kurcalayıp sosyalistçe dönüştürmeye çalışmayanlara devrimci denmez. Ancak bu noktada iki önemli uyarıda bulunmak elzemdir. İlki ‘devrim olma’ durumunun herhangi bir mükemmelliyetçilik çağrısı olmadığıdır. Belirtilen çerçevede ‘devrim olma’ ucu açık, bitmeyecek bir süreçtir; tamamlanması, mükemmel olması beklenmez; giderek ve olabildiğince olgunlaşması ve derinleşmesi beklenir. İkincisi ise kimileri tarafından ‘devrim olma’nın bir tür sinik bir içe kapanma olarak algılanabildiğidir. Kendini korumaya çalışan, savunmacı, kendisi için adacıklar yaratma ve ada dışını umursamama tavrının ‘devrim olma’yla bir ilişkisi olamaz. ‘Umursamamak,’ derin bir empatik duruş gerektiren ‘devrim olma’yla çelişir. Devrim olmayı devrim yapmaya göre daha öncelikli olarak ele almak, devlet iktidarını elde etmekle sabitlenip sınırlanmadığı sürece devrim yapmanın lüzümsüz olduğu anlamına gelmez. Devrim olmak alabildiğine umursar. Umursadığı için de devrim olma yolunda derinleşirken mümkün her yerde ve düzeyde devrim yapmaya çalışır. Devrim olmadan devrim yapılamayacağını unutmadan.

 

[1] Bu feminist sloganı ‘öznel olan politiktir’ şeklinde daha da radikalleştirmek buradaki derdimiz açısından daha uygun olabilir.

[2] Örneğin, kendimizle ve çevremizle nasıl ilişki kurduğumuz, çocuk yetiştirme pratiklerimiz, cinselliğimiz, kişilik yapımız, vb. Velhasıl, tüm veçheleriyle öznelliğimiz.

[3] İçsel faktörlerin yanında öznelik kapasitesini kısıtlayan dışsal faktörler de vardır. Bunların başında, bütün öznelliğimizi formatlamaya çalışan kapitalist tüketim/moda/beden imgesi vb. kültürü gelir. Bu taaruza karşı direniş de ‘devrim olma’nın önemli eksenlerinden biridir.

[4] Psikanalizin bu ekolüyle ilgili olarak bkz: Stephen Mitchell (1988). Relational Concepts in Psychoanalysis : An Integration. Boston: Harvard University Press; Stephen Mitchell (2004). Relationality: From Attachment to Intersubjectivity. New York: Analytic Press; Lewis Aron & Stephen A. Mitchell (Der.) (1999). Relational Psychoanalysis: The Emergence of a Tradition. New York: Analytic Press.

[5] Murat Paker (1997). Narsisizm sosyalizme karşı. Birikim, 101. (Bu makale aynı zamanda – Tanıl Bora (Der.), Yeni Bir Sol Tahayyül İçin. İstanbul: Birikim Yayınları – içinde yayınlanmıştır.

 

***

Bu yazı ilk olarak Birikim Dergisi’nde (205 nolu Mayıs 2006 sayısı) yayınlanmıştır.