Şiddeti şirazesinden çıkaran bir devlet düzeni var
Evrensel Gazetesi’nden Serpil İlgün ile “toplumsal şiddet” meselesi üzerine yaptığım söyleşi, 6 Ekim 2018 tarihinde yayınlandı. Söyleşinin gazete versiyonu, web sitesi versiyonundan biraz daha kısa. Aşağıda uzun versiyon var.
***
Evrensel Gazetesi 6 Ekim 2018
Serpil İLGÜN
Şiddet başlığı, okunması, duyulması, konuşulması en zor konuların başında geliyor. Hukukun, yasaların tanınmadığı, barış değil çatışma siyasetinin hakim olduğu, toplumun kutuplaştırıldığı politik iklimin doğrudan etki ettiği şiddete ilişkin son bulgular, KONDA araştırma şirketi tarafından geçtiğimiz hafta kamuoyu ile paylaşıldı. 7-8 Ocak 2017’de 33 ilin merkez dahil 106 ilçesine bağlı 155 mahalle ve köyünde 2 bin 695 kişiyle, hanelerinde yüz yüze görüşülerek yapılan araştırma, sayı ve temsili örneklemle şiddet yöntemlerinin soruşturulması bakımından Türkiye’de yapılmış ilk çalışma özelliğini taşıyor. “Toplumsal Yaşamda Şiddet ve Travma” başlıklı araştırmaya göre yetişkin nüfusun en az 15 milyonu dayak, 3 milyona yakını da işkence mağduru. 14 milyona yakın yetişkin fiziksel bir şiddete maruz kaldığında şiddete şiddetle yanıt vereceğini söylerken, 3 milyona yakın kişi hiçbir şey yapmayacağını ifade ediyor.
Araştırmanın koordinatörlüğünü üstlenen İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Murat Paker’le Türkiye’nin şiddet tablosunu konuştuk. Psikanaliz, travma ve politik psikoloji üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Murat Paker, ekonomik krizler ve şiddet ilişkisini de değerlendirdi.
Araştırmanızın verilerine geçmeden, önce şiddet dalgası neden bu kadar kabarıp yaygınlaşıyor diye soralım. Şiddetin artmasının kaynağında ne var?
Önce şunu belirtelim; bütün toplumlarda, bütün insanlarda bir şiddet potansiyeli vardır. Türkiye toplumunun da öteden beri şiddet eğiliminin yüksekçe olduğu bir toplum olduğu söylenebilir. Çünkü Türkiye tarihi epey kanlı bir tarih, kolektif olarak da, bireysel olarak da şiddetin bol miktarda kullanıldığı bir ülke. Yakın zamanlar da böyleydi ama son yıllarda birçok şiddet türünde artma eğilimi olduğundan bahsedilebilir.
Son zamanlardaki artışın nedeni ne?
Şiddetin tek değişkenle açıklanabilir bir yanıtı yok. Bir toplumda sorunların çözümü konusunda gerek kişiler arası ilişkiler, gerek aile, gerekse devlet toplum ilişkileri düzeyinde sorunların çözümünde uzlaşının, şiddetsiz yöntemlerin kullanılabildiği demokratik bir kültür ne kadar gelişkinse, şiddete başvurma ihtimali o kadar azalıyor. Bu açıdan bakıldığında Türkiye toplumunda öteden beri ne devlet toplum ilişkileri düzeyinde, ne kişiler arası ilişkiler ve aile düzeyinde bu demokratik kültürün gelişkin olduğu söylenemez. Yani gayet otoriter yapıların, sert ast üst ilişkilerinin geçerli olduğu bir kültür. Düzen zaten büyük ölçüde rızadan çok, sert disiplin mekanizmaları aracılığıyla sağlanıyor ve bu disiplin mekanizmalarında şiddetsiz ya da az şiddetli yöntemlerin işlemediği durumlarda da daha sert, daha şiddet dolu yöntemler devreye giriyor düzeni, disiplini sağlamak adına.
Son dönemde buna eklenebilecek bazı faktörler söz konusu. 60’ların sonlarından itibaren başlayan, kısa kesintiler dışında bugüne kadar devam eden politik şiddet kuşkusuz en önemli faktör. Toplumun çok önemli bir kesiminin, büyük çoğunluğu devlet olmak kaydıyla, devlete karşı mücadele eden bazı odakların da kullandığı çok yaygın bir politik şiddet döngüsüne maruz kalması ve bu şiddetin milyonları etkilemiş olması. Dolayısıyla Türkiye’de kolektif politik şiddetin çok ciddi bir halk sağlığı olması şiddet bahsinde ilk sırada sayılması gereken bir faktör.
İkinci faktör, Türkiye toplumunun sosyo ekonomik açıdan çok hızlı değişmesi, bunun da değerlerin çözülmesini, pusulasızlaşmayı beraberinde getirmesi. Bu Türkiye’ye benzer ülkelerin de yaşadığı bir sonuç. Çok hızlı kapitalistleşen, kapitalizmin de neoliberalizm aşamasında bu değişimin iyice istikrarsızlaştırıcı şekilde yaşanmasıyla şiddet arasında güçlü bir bağ var.
Açar mısınız?
Toplumun geleneksel yapıları, geleneksel sosyolojik dengeleri çok hızlı değişince, eskiden belli bir dengede duran aile yapıları, mahalle yapıları, küçük birimlerdeki dayanışma ağları çözülüyor, yıpranıyor ve tabii ahlak sistemlerinde de ciddi bir aşınma, ciddi bir erozyon oluyor. Buna hızlı bir kentleşme, yeni sosyal birimlerin ve dengelerin kurulmasında zorluklar, karmaşalar, pusulasız kalmalar eklenince, bütün bunlar insanların yeni etik dengeler bulmalarını sağlayacak ortamlarda bulunmalarını zorlaştırıyor. Bu aynı zamanda çok genel anlamıyla epeyce narsistik bir kültürün iyice boy vermesi demek. Yani herkesin kendini çok önemsemesi, öne çıkmayı çok önemsemesi, aynı zamanda öteki sayılan insanlara herhangi bir empatik yakınlık duyamaması demek. Böyle bir çürüme bu. Çünkü şiddet uygulayabilmek için ötekini hissedemeyen, empatisiz, ben-merkezci bir noktaya kaymış olmak gerekir.
Geleneksel yapıların çözülmesi kuşkusuz tüm şiddet türlerini besleyen bir faktör ama en fazla payı kadınlar alıyor görünüyor…
Evet. Eskiden evinde “uslu uslu” oturup itaat eden kadınlar artık o kadar itaat etmek istemiyorlar; çalışıyorlar, gerekirse boşanıyorlar. Bu durum geleneksel erkek iktidarını zorluyor. Yerine koyabileceği daha eşitlikçi, yeni duruma uyum sağlayabilen bir zihniyet yapısı henüz ortaya çıkabilmiş değil. Bununla baş edemeyen erkek bunu müthiş bir yenilgi, değersizlik, müthiş bir tehdit gibi algılıyor ve tehdit kaynağı olarak gördüğü kadını yok etmek bir çareymiş gibi gözüküyor.
Şiddetin artmasındaki diğer faktörler neler?
Türkiye’nin çok adil, çok hakikatlere bağlı bir ülke olduğu zaten söylenemezdi ama son 10-15 yılda giderek artan bir şekilde hakikat ve adalet bahsinde işin iyice şirazesinden çıkmış olması toplumdaki yaygın şiddetin arkasındaki önemli kaynaklardan biri. Akla hayale gelmeyecek uygulamaların her gün boyuna yapılması, her gün acayip şiddet yöntemlerine başvuruluyor olması ve bunu devletin yapıyor olması, örneğin hiç alakası olmadığı halde binlerce insanın cezaevlerinde tutulması, trajikomik iddianamelerle hayatlarının karartılması… Bütün bunların kendisi bizatihi oldukça büyük şiddet eylemleri. Şiddet dediğimiz şey sadece fiziksel olmuyor, daha yaygın olarak karşılaştığımız psikolojik veya sembolik olarak sınıflandırdığımız şiddet türleri de var. Ayrımcılık gibi, tehdit/hakaret gibi, işten atmak, iş bulamaz, saygın bir hayat süremez hale getirmek gibi.
Toplum düzeyindeki şiddet geleneksel ya da dönemsel olarak artmış olabilir ama devlet yapısı öyle bir kurumsallık, öyle bir adalet mekanizması, öyle bir eğitim sistemi kurabilir ki, bu toplumdaki yaygın şiddeti yatıştıran, geriye iten, düzelten bir işlev görebilir. Burada ise tam tersi. Toplumda zaten bir şiddet geleneği, bir maya var. Ama bunu daha da kabartan, daha da şirazesinden çıkaran bir devlet düzeni var. Bu ikisi bir araya geldiğinde çok tatsız sonuçlar ortaya çıkarıyor ve maalesef daha kötü de olabilir. Bu ihtimal tedirgin edici derecede gitgide artıyor.
ÖTEKİLER DÜŞMAN OLARAK KODLANDIĞINDA ÖLMESİ, İŞKENCE EDİLMESİ ÖNEMLİ OLMUYOR
‘Kadını arabada yakıp, yola attı’, ‘operasyonda ölü ele geçirilen gerilla aracın arkasına bağlanıp sürüklendi’, ‘köpeği işkence ederek öldürdüler’… Yaygınlık kazanan şiddetin bir de canice uygulanması yönü var. Nasıl bu derece kötücül olunabiliyor?
Bu çok zor bir konu. İnsan müthiş iyicil ve aynı zamanda müthiş kötücül, şeytani potansiyellere sahip bir canlı, bir kere bunu vurgulamak lazım. Bu nasıl bir ortamda, nasıl bir aile içinde, özellikle erken çocukluk döneminde nasıl bir ortamda yetiştiğimize ve sonrasında nasıl sosyo kültürel koşullar, tehditler veya imkanlar içinde yaşadığımız gibi bir sürü faktör tarafından belirleniyor. Şunu biliyoruz ki, bireyler ve topluluklar tehdit altında hissettiklerinde (bu tehdit gerçek bir tehdit olabilir, sanılan bir tehdit de olabilir) o tehdidi bertaraf etmek için şiddet kullanma ihtimalleri çok artıyor. Bu bertaraf etmede birey tekse bir şey yapamayacağını anladığında sinip kaça da bilir. Tek değil de bir grup içindeyse ve o grubun liderleri şiddete yönelik davranışları ödüllendiren, onu özendiren şekilde davranıyorsa; ötekilere yönelik aşağılayıcı, düşmanlaştırıcı bir söylem kuruyorsa, o grubun bir üyesi olarak şiddet eyleminde bulunmak veya en azından uygulanan şiddeti görmezden gelmek çok daha mümkün hale geliyor. Öteki, kadın olabilir, Türklüğü yok etmeye çalıştığı düşünülen Kürtler, Araplar, Ermeniler olabilir. Müslümanlığı, Sünniliği yok etmeye çalıştığı düşünülen çeşitli gruplar olabilir. Tehdit olarak algılanan ötekiler “düşman” olarak kodlandığı zaman, o kodlananlar sizle eşdeğer bir insan düzeyinde değildir artık. Onları insanlık altı bir konuma itmiş olursunuz. Öyle olunca empati duymanız vs gerekmiyor. Ölmesi, kalması, kulağının kesilmesi, işkence edilmesi çok umurunuzda olmayabiliyor. Dolayısıyla eşitlik, şiddet meselesinin de en merkezindeki konu.
Türkiye’de canice çok olay var. Bunları yapanların bir kısmı sivil vatandaş, bir kısmı resmi görevli. Bunların oranı çok değil, ama büyük çoğunluk bunları görmezden geliyor. Yani bilinçli olarak “bunu görüyorum ve reddediyorum” demiyor ya da “birilerinin kulağının kesilmesi ne iyi olmuş” demiyor ama görmemeyi tercih ediyor. Böyle yaparak caniliğe bir anlamda pasif bir şekilde, dolaylı bir şekilde rıza gösteriyor.
Dolayısıyla iktidarın biz ve onlar söylemini her gün biraz daha kuvvetli kurması, rıza göstermeyi, dolayısıyla şiddeti meşrulaştırmayı daha da pekiştiriyor…
Tabii. Otobüste bir kadının şortlu diye saldırıya uğraması eylemini hatırlayalım. “O da öyle giyinmeseydi, beni tahrik etti” veya “Öyle giyinerek toplumun ahlakını bozuyor. Ben de müdahale ettim” diyor saldırıyı yapan. Burada yine deminki mekanizmanın bir benzeri kuruluyor. Benim kafamda bir kadın tahayyülü var ve bu gayet katı, gayet dar bir hiyerarşiye dayanan bir toplum tahayyülü. Ben böyle düşünüyorum ama başkaları da başka düşünüyorlar, onlar da en az benim kadar saygın ve eşdeğerdir gibi bir şey düşünemiyoruz. Genel sosyo politik ortam da bunun için verimli bir arazi sunuyorsa, kendini kontrol etme ihtiyacı duymayabilirsin. Bu ve benzer eylemleri anında cezalandıran, bunun eğitimini veren, eşitlik, saygı, empati gibi değerleri hem eğitim sisteminde hem genel yaygın medyasında vs pompalayan bir sosyo politik düzen olsa, bu eylemler daha istisnai olur. Ancak bizdeki genel sosyo politik iklim bu eşitsizlikleri pompalıyor, yeniden üretiyor, büyütüyor. Dolayısıyla, farklı olana tahammülsüzlüğün artması, politik ortamın bunu beslemesi de şiddetin artmasında büyük pay sahibi tabii ki.
‘HERKES KENDİ ADALETİNİ KURABİLİR’ MESAJI VERİLİYOR
Cezasızlık veya eyleminin gerektiği gibi cezalandırılmadığı düşüncesi, dolayısıyla hukuka, yargıya güvenin aşınması kendi adaletini sağlama eğilimini ne oranda besliyor?
Adil yargılama, görece demokratik devlet sisteminde işleyen bir mekanizma. Böyle bir demokratik devlet mekanizması yok ise, bu tabii büyük bir sorun teşkil ediyor. Adaletsizlik bol miktarda olduğunda topluma niyet öyle olmasa bile-ki, o da tartışılır- şu mesaj gidiyor; bizim düzgün işleyen bir sistemimiz yok, adalet madalet hak getire, herkes kendi adaletini kurabilir!
Adalet, adil yargılama bahsinde şöyle tuhaf bir durumla da karşı karşıyayız. Aslında normal şartlarda suç olmaması gereken faaliyetler, terör kapsamına alınıyor. Devletin kimi yöneticileri ve toplumun bir kısmı için bu da yetmiyor, muhaliflere saldırmayı, linç etmeyi de bir hak olarak görüyorlar. Linç aslında mevcut yasalara göre bile suç ama kullanılmıyor, göz yumuluyor. Dolayısıyla burada mevcut mekanizmaların değiştirilmesi, yasa dışı, gayri meşru linç gibi yeni disiplin mekanizmalarının devreye sokulması gündeme geliyor. Ve bunu yapanlar da korunuyor, kollanıyor. “Ben onların kanında duş alacağım” diyen biri ifade özgürlüğünü kullanmış sayılıp, beraat ediyor. Başka birileri barış olsun diye imza attığı için hayatları söndürülüyor. Böyle bir durumda kim adalet hukuk düşünecek.
TOPLUM TAHAYÜLÜ ÇETELERİ, MAFYAYI İÇERİYOR
Adalete, hukuka, güven bu kadar aşınmışken, MHP’nin toplumsal barışa hizmet edeceğini savunduğu af tasarısı, bu aşınmayı nereye taşır?
Af tasarısını ayrıntılı incelemedim ama toplumsal barışa hizmet gerekçesi gerçekten ilginç. Bence kritik şey şu; toplumdan ne anlıyorlar? Toplum içinde kimi görüyorlar? Şu açık ki, onların toplum diye düşündükleri şey, bizim toplum diye düşündüğümüz şeyle aynı şey değil. Biz toplum dediğimizde, 80 milyon insanı Türkiye toplumu diye düşünmeye çalışıyoruz. Af tasarısını sunanların toplum tahayyülü ise böyle bir şey değil. 80 milyonun yüzde 50’sini mi, 60’mı neyse ama bütününü içermediği açık. Yani katilleri içeriyor, çeteleri içeriyor, uyuşturucu tacirlerini içeriyor vs. ama düşünceleri nedeniyle cezaevinde olanları içermiyor. Ama mafya o tahayyülün içinde, önemli bir parçası hatta. Dolayısıyla onların gözünde toplumsal barış için o mafyanın dışarı çıkartılması gerekiyor.
KORKULARA SESLENEN PROPAGANDA HEYBEDE HEP VAR OLDU
Çalışma alanınız olduğu için şu soruyu size de yöneltelim; hakikat bükücülüğü dediğiniz, şu günlerde ekonomik krizle ilgili söylemlerde de sıkça karşılaştığımız gerçeği gizleme, perdeleme, yalana başvurma yöntemleri toplum üzerinde nasıl bu kadar kolay işliyor?
İnkar ederek, reddederek, sorumluluk üstlenmeyerek adeta paralel bir evren yaratıyorsunuz ama bunun dünyada bir karşılığı yok. Hakikatle de ilgisi yok, ama toplumun önemlice bir kesimini öyle bir korkutmuş durumdasınız ki… “bizi bölecekler”, “bütün dünya bize karşı”, Türklere/Müslümanlara karşı”, “bütün dünyadaki güçler Türkiye’nin çökmesi için uğraşıyor ama neyse ki burada uyanık olan ve bunlardan bizi korumaya çalışan liderimiz var!” Bütün propaganda bunun üzerinden kuruluyor. Bunlar yeni icad edilen şeyler de değil. İslam tarihinden, Osmanlı tarihinden ve de Cumhuriyet tarihinden damıtılarak gelen yenilgi, eziklik, korku gibi duygularla, kayıpları bir şekilde telafi etme arzusu ve böbürlenmesi arasında salınan bir egemen zihniyet kalıbı var. Milli eğitim tornasının mahsulü kuşaklar boyunca böyle bir şey. Her zaman çok kullanışlı argümanlar ve heybede bunlar hep var. Yeni duruma uyarlayıp hemen devreye sokulduğunda arkanızda hemen toplumun bir yüzde 50-60’ı diziliyor. CHP’yi de kısmen katabilirsiniz buna. Çünkü o da bu korkutmaların önemli bir kısmına cevap veriyor. Böylece bitti iş işte. Kolay işlemesinin işte böyle bir zemini var. Ve bu öyle kolay ve hızlı değişebilecek bir zemin değil, gayet güçlü ve köklü bir zemin.
EKONOMİK KRİZLER ŞİDDETİ ARTIRIR
İçinden geçtiğimiz günlerin en kaygı verici konusu haline gelen ekonomik kriz-şiddet ilişkisi için ne söylersiniz? İkisi arasında nasıl bir ilişki var?
Çok güçlü bir ilişki olduğunu söyleyebilirim. Yapılan çalışmalar gösteriyor ki, ekonomik zorlukların arttığı yıllarda linçler artıyor. Bu ama çok doğrudan değil de biraz daha dolaylı bir ilişki. Bu dolayımı da siyasi egemen söylem sağlıyor. Yani “Ben kendimi kötü hissediyorum, tehdit altında hissediyorum, gelirim azalıyor, geleceğe dair umutsuzum vs. Peki, kimi sorumlu tutacağım?” Gerçekten sosyo politik bir analiz yapılsa sorumlular belli. Ama onlar zaten egemenler. Benim öyle bir siyasal bilincim, becerim, alışkanlığım yok, bilmem ne partisine veya hareketine katılayım da bunları değiştirmek için yollara düşeyim… Böyle bir bilincim yoksa ne yapacağım, nasıl açıklayacağım, öfkemi kime yönelteceğim? Diğer yandan güvendiğim birileri diyor ki, “Bunu Batılılar, Yahudiler, Araplar, mülteciler, göçmenler, Kürtler vs’ler yapıyor!” Bunların gerçek nedenlerle hiçbir ilişkisi yok ama onlar günah keçisi olarak işaretlenip, geniş kitlelerin önüne atılıyorlar. Kitleler de oralara yöneliyor. Linç vakalarını artıran da bu yönelim. Dolayısıyla, şiddet de artıyor.
Ekonomik krizin derinleşmeye başlamasıyla sıklaşan intihar haberleri de sosyo ekonomik şiddetin yansımalarından biri olarak okunabilir mi?İntiharla ilgili konuşmakta biraz ikircikli davranıyorum. Doğrudan sonucu olamaz, çünkü intihar karmaşık bir süreçtir. Ama ekonomik krizler ve politik baskılar, genel olarak kaygıyı, tedirginliği, stresi arttıran bir faktördür tabii. Bir toplumda ne kadar politik baskı, ekonomik istikrarsızlık, işsizlik, sıkıntı varsa o toplumdaki insanların stres düzeyi artacaktır. Bu stres düzeyi ile bazı insanlar biraz daha iyi baş edecektir, bazı insanlar biraz daha kötü baş edecektir. Çünkü insanların kişilik yapıları, geçmişleri vs vardır; ekonomik sıkıntılar ve politik baskılar o faktörlerle etkileşim içerisine girer. Dolayısıyla intihar tek bir faktöre indirgenemez ama politik baskıların, ekonomik sıkıntıların arttığı dönemlerde, her tür psikolojik zorluk ve dolayısıyla intihar artar. Ama tabi her vakanın kendine göre bir sürü özelliği var.
TOPLUMUN YARISI ŞİDDET TÜRLERİNDEN EN AZ BİRİNE MARUZ KALMIŞ
Araştırma genel hatlarıyla Türkiye’de şiddetin yaygınlığı konusunda nasıl bir tablo sunuyor?
Ayrıntıları merak edenler KONDA’nın ya da benim web sitemden rapora bakabilirler. Burada sadece çok özet bir şeyler söyleyebiliriz. Bu araştırma bu kadar büyük (2695 kişi) ve temsili bir örneklemle şiddet yöntemleri konusunda Türkiye’de yapılmış ilk çalışma.
Sadece 11 şiddet türünü sorguladık. Tüm şiddet türlerini sorgulamak isterdik ama bu çok uzun görüşmeler yapma anlamına gelecekti ve böyle bir imkanımız yoktu. O yüzden her kategoriden 1-2 şiddet yöntemini dahil ettik.
En çok maruz kalınan şiddet türü hangisi?
Araştırma bulgularımıza göre Türkiye toplumunun yaklaşık yarısı, soruşturduğumuz 11 şiddet türünden en azından birine maruz kalmış. En sık maruz kalınan şiddet türü yüzde 27 ile dayaktı. Sonra sırasıyla sözle sarkıntılık (yüzde 18), eğitimin engellenmesi (yüzde 14), aşağılanma /dışlanma (yüzde 13), sosyal medya veya telefon gibi kanallar üzerinden ısrarlı takip ve rahatsız edilme (yüzde 12), sosyal (ulusal, etnik, dini veya cinsiyet) kimlik nedeniyle ayrımcılık ve baskı (yüzde 11), dövülme /öldürülme tehdidi (yüzde 7), gelire el konma (yüzde 7), ateşli /ateşsiz silahlarla yaralanma (yüzde 4), cinsel taciz (yüzde 3) ve işkence (yüzde 2) geliyordu. Bu oranlar kapımıza gelen tanımadığımız anketörlere verdiğimiz cevaplara dayanıyor. O yüzden gerçek oranların 1-2 kat daha fazla olma ihtimali çok yüksek.
DAYAK YİYEN, DAYAK ATMAYA DAHA ÇOK EĞİLİMLİ OLUR
Yetişkin nüfusun yüzde 27’sinin hayatının bir döneminde dayak yemiş olmasının bireye, dolayısıyla topluma etkileri, geri dönüşü nasıl olur?Dediğim gibi gerçek oran muhtemelen bunun 1-2 katı daha fazla. Dolayısıyla Türkiye toplumunun çoğunluk üyelerinin bizzat kendilerinin dayak travmasına maruz kalmış olduklarını varsayabiliriz. %27 bile çok büyük bir oran. Bu dayakların bir kısmı hafiftir, azdır, bir kısmı da ağırdır, ama sonuç olarak çok yaygın bir dayakla içiçe olma durumu, dayak acısını teninde hissetmiş olma durumu, incinmişlik, hınçlanmışlık, disiplin yöntemi olarak şiddeti kanıksamışlık ve devamla şiddet döngüsünü sürdürmeye yatkınlık gibi bedelleri var bu tablonun. Biliyoruz ki dayak yiyen, dayak atmaya daha çok eğilimli olur.
Araştırmada 11 değil de bütün şiddet yöntemlerini sorsaydık, herhalde şu ya da bu türde şiddete maruz kalmamış bir yurttaş bulmak neredeyse imkânsız olacaktı.
Bir fikir vermesi açısından söyleyelim; araştırmamızda en az sıklıkla, %2 ile, maruz kalındığı söylenen işkence travmasına baktığımızda, Türkiye’nin yetişkin 55 milyon nüfusunun 1,1 milyonunun işkence mağduru olduğunu açıkça söyleyebildiğini belirtmemiz gerekir. Buradan yola çıkarak gerçek işkence mağduru sayısının 2-3 milyon arasında tahmin etmek mümkün. Aynı hesabı en sık görülen şiddet tipi olan dayağa uyguladığımızda, 55 milyonluk yetişkin nüfusun 15 milyonu dayak yediğini açıkça belirtmektedir. Bunlar oldukça yüksek rakamlardır.
YÜZDE 25 AÇIKÇA SUÇ OLAN BİR ŞEYİ YAPACAĞINI SÖYLÜYOR
Dört kişiden biri fiziksel bir şiddete maruz kaldığında şiddete şiddetle karşılık vereceğini söylemiş. Yüzde 63’ü polise başvuracağını belirtirken, yüzde 5’i de hiçbir şey yapmayacağını ifade etmiş. Şiddete şiddetle karşılık verme oranı bize ne söylüyor?
Burada da şiddete şiddetle karşılık vereceklerin gerçek oranı muhtemelen daha yüksek. Ama bu haliyle bile %25 açıkça suç olan bir şeyi yapacağını söyleyebiliyor. İşte daha önce konuştuğumuz demokratik kültür zayıflığı, mevcut kurumlara, adalet mekanizmasına güvensizlik, topluma model olan liderlerin de zaten benzer bir şekilde davranması gibi faktörler söz konusu.
ŞİDDETE EN AÇIK SOSYAL KONUM EVLİ OLMAYANLAR
Araştırmanın sosyal kimlik ve sosyal konumlar nedeniyle şiddet, baskı ve ayırımcılığa uğrama verileri, bu konuda bir ilerlemeye mi, gerilemeye mi işaret ediyor?
Araştırma zamansal açıdan karşılaştırmalı bir çalışma olmadığı için sadece araştırma verilerine dayanarak böyle bir çıkarımda bulunamayız. İzlenimlerimiz düzeyinde şiddete maruz alma sıklıklarında sanki bir artış varmış gibi görünüyor, ama benzer araştırmaların birkaç yıl arayla tekrarlanıp trendlere bakmak lazım. Ama bunu bir kenara bırakırsak, yani karşılaştırmalı değil de sadece bu araştırmanın yapıldığı 2016 sonu itibariyle hangi sosyal konumlar şiddete maruz kalmaya daha açıklar diye baktığımızda bu araştırmanın bence en çarpıcı sonucuyla karşılaşıyoruz: 11 şiddet türünü bir arada değerlendirdiğimizde şu 5 sosyal konumun Türkiye’de diğer sosyal konumlara göre çok daha fazla şiddete maruz kalma riski olduğu görülüyor. Ağırlık sırasıyla: 1) Evli olmayanlar, 2) Kürtler, 3) Kadınlar, 4) Dindar olmayanlar, 5) Aleviler. Bu beş sosyal konumdan ne kadar çoğuna sahipseniz Türkiye toplumunda o kadar düşman-öteki konumuna yerleştiriliyorsunuz denilebilir.