Türkiye Debelenirken: Psiko-politik Yüzleşmeler

Paker, M. (2016). Türkiye Debelenirken: Psiko-politik Yüzleşmeler. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

İÇİNDEKİLER

Önsöz

  1. Psikolojik Açıdan Önyargı ve Ayrımcılık (2012)
  2. Önyargı ve Ayrımcılığa İlişkisel Psikanalitik Bir Bakış (2012)
  3. Psikolojik Açıdan Göç (Söyleşiyi yapan: İrfan Kuzu, 6 Kasım 2005, Birgün Gazetesi)          
  4. İktidarı Kaybedenin Şiddeti Artar (Söyleşiyi yapan: Neşe Düzel, 3 Nisan 2006, Radikal Gazetesi)
  5. Tehdit Algısı ve Omurilik Tepkisi (Söyleşiyi yapan: Siren İdemen, Ekim 2006, Express Dergisi)
  6. Tecrit Esaslı Hücre Düzeninden Vazgeçilmesi Gerekir (Söyleşiyi yapan: Ulaş Tosun, 23-29 Kasım 2006, Nokta Dergisi)
  7. Fanatizm İlkelliktir (Söyleşilen: Mete Tunçay, Kış 2007, Cogito Dergisi, Sayı 53)
  8. Hrant’ın Ardından: Psiko-Politik Açıdan Milliyetçilik, Irkçılık ve Linç (TPD Paneli’nde sunum, 12 Şubat 2007)
  9. Devletin Çürümüşlüğü ile Baş Etmek Zor (Söyleşiyi yapan: Gülsen İşeri, 24 Mart 2007, Birgün Gazetesi)
  10. Türkiye’de En Önemli Bölücü Odak Türk Milliyetçiliğidir (Söyleşiyi yapan: Latif Özdemir, 24 Mart 2007, Yaşam Radyo)
  11. Malatya’daki Vahşi Cinayetler (Söyleşiyi yapan: Şirin Sever, 29 Nisan 2007, Sabah Gazetesi)
  12. Öteki Korkusu (Söyleşiyi yapan: Tacim Açık, 6 Ekim 2007, Birgün Gazetesi)
  13. İşkence, Yeniden (Kasım 2008, Birikim, Sayı 235)
  14. Özür Ruhun Gıdasıdır (Söyleşiyi yapan: Tuğba Tekerek, 31 Aralık 2008, Taraf Gazetesi)
  15. Yüzleşmeden Açılan Boğulabilir (2 Ağustos 2009, Radikal Gazetesi)
  16. Açılım için Yüzleşme (Söyleşiyi yapan: Tuğba Tekerek, 13 Eylül 2009, Taraf Gazetesi)
  17. Kürt Sorununda Çözüm Toplumu Gerçeklere Hazırlamaktan Geçiyor (26 Ekim 2009, Bianet)
  18. Maskeli Baloyu Bitirmek İçin Psikolojik-Karşı-Harekat (Aralık 2009, Birikim, Sayı 248)
  19. Aktivist Akademisyenler (Söyleşiyi yapan: Esra Açıkgöz, 6 Haziran 2010, Cumhuriyet Gazetesi)
  20. Şimdi Utanmazlık Hakim (Söyleşiyi yapan: Gülşen İşeri, 26 Aralık 2010, Birgün Gazetesi)
  21. Sivil İtaatsizlikle Devletin Dili Tutulur (Söyleşiyi yapan: Neşe Düzel, 4 Nisan 2011, Taraf Gazetesi)
  22. İşkenceciler Sıradan İnsanlardı (Söyleşiyi yapan: Pınar Öğünç, 4 Mayıs 2011, Radikal Gazetesi)
  23. Psikolojik Bagajımız Dolu (Söyleşiyi yapan: Elif Key, 15 Mayıs 2011, Habertürk Gazetesi)
  24. Toplumsal Şiddetin Artmasının Temelinde Kapitalizm Var  (Söyleşiyi yapanlar: Sadık Şanlı & Fuat Er, Mayıs 2011, Mostar Dergisi, Sayı 75)
  25. Bu Yardım Dalgası, Çözüm için Kritik Bir Kavşakta (Söyleşiyi yapan: Bahar Çuhadar, 30 Ekim 2011, Radikal Gazetesi)
  26. Toplumsal Yüzleşme Üzerine: Diyarbakır Cezaevi Gerçeği ile Yüzleşme Adalet Komisyonu (Söyleşiyi yapan: Cansu Kılınçarslan, Ağustos 2011, Toplumsal Tarih)
  27. Yargılamanın Kendisi Bir Ceza (Söyleşiyi yapan: Esra Açıkgöz, 11 Kasım 2011, Cumhuriyet Gazetesi)
  28. Yüzleşme Konusunda Toplum Devletin İlerisinde (Söyleşiyi yapan: Beril Eski, 23 Aralık 2011, Agos Gazetesi)
  29. Çözümsüzlük Artıyor; Bunun Sonu İçsavaş Olabilir (Söyleşiyi yapan: Pınar Öğünç, 5 Eylül 2012, Radikal Gazetesi)
  30. Haller Durağı (Söyleşiyi yapan: Ayşe Akdeniz, 19 Ekim 2012, Agos Gazetesi)
  31. Psikanalizin güzelliği şu ki; hepimiz hastayız (Söyleşiyi yapan: Tuğba Tekerek,17 Kasım 2012, Taraf Gazetesi)
  32. Aktivizm doğal antidepresan oldu (Söyleşiyi yapan: Umay Aktaş Salman, 24 Haziran 2013, Radikal Gazetesi)
  33. Devlet resmi olarak yüzleşmeli (30 Temmuz, 2013, ANF)
  34. Kişilik tipleri ve liderlik (14-16 Mart 2014,Yeşil Gazete)
  35. AKP’liler vicdanını lidere devretti (Söyleşiyi yapan: Tuğba Tekerek, 24 Mart 2014, Taraf Gazetesi)
  36. [Erdoğan] Kendini kontrol etmek zorunda hissetmiyor (Söyleşiyi yapan: Onur Erdoğan, 20 Mayıs 2014, AljezeeraTürk)
  37. Gezi Dersleri (5, 10, 27 Haziran 2014, T24)
  38. Barışçı bir çözüm için iki önkoşul: Şiddetsizlik ve eşitlik (11 Eylül 2014, T24)
  39. Soydaşlık, dindaşlık, mezhepdaşlık bataklığı (29 Eylül 2014, T24)
  40. Kadınlar Işid’de Ne Buluyor? (Söyleşiyi yapan: Işıl Cinmen, 20 Ekim 2014, Habertürk Gazetesi)
  41. Bir Fanatik Fantezi Olarak “Gerçek İslam Bu Değil” (12 Ocak 2015, T24)
  42. Değişik inanç sistemlerinin bir arada yaşaması mümkün mü? (29 Ocak 2015, T24)
  43. AKP ataerkil düzene tüy dikti (Söyleşiyi yapan: Tunca Öğreten, 24 Şubat 2015,Taraf Gazetesi)
  44. Erkek Şiddetini Besleyen Faktörler (1 Mart 2015, T24)
  45. 1915 Ermeni Soykırımı ile Yüzleşmek Neden Zor Ama Önemli? (30 Mart 2015, T24)
  46. Tehditler kaybetme paniğinden (Söyleşiyi yapan: Cansu Çamlıbel,25 Mayıs 2015, Hürriyet Gazetesi)
  47. Üçlü Telafi Kıskacında Türkiye: Türklük, İslam ve Erdoğan (25 Mayıs 2015, T24)
  48. Türkiye Çatışmasızlığı Sevmişti (Söyleşiyi yapan: İshak Karakaş, 2 Eylül 2015, Halkın Nabzı Gazetesi)
  49. Toplumun bütün sigortaları attı (Söyleşiyi yapan: Çiçek Tahaoğlu, 17 Eylül 2015, Bianet)
  50. Linç kültürünün önüne geçilemezse orman kanunları hâkim olur (Söyleşiyi yapan: Can Uğur, 29 Eylül 2015, Birgün Gazetesi)
  51. Türkiye’de inkar duvarında çatlaklar oluştu (8 Ekim 2015, Repair)
  52. AK Troll’lerin durumu biz narsisizmi (Söyleşiyi yapan: Selin Ongun, 12 Ekim 2015, Cumhuriyet Gazetesi)
  53. Türkiye’de soykırım hayaleti dolaşıyor (Söyleşiyi yapan: Evrim Kepenek, 19 Ekim 2015, DİHA)
  54. Karanlık Çağ (30 Kasım 2015, T24)
  55. Sonsöz Yerine: Yüzleşme Nedir? Bir Çerçeve Denemesi (2012)

 

Önsöz

Bu kitap, 2007 yılında Birikim Yayınları tarafından yayınlanan Psiko-politik Yüzleşmeler başlıklı kitabımın bir tür devamı niteliğinde olduğu için aynı başlıkla yayınlamaya karar verdim. İlk kitapta 1996-2006 döneminde Birikim Dergisi’nde yayınladığım uzunca makalelerimi bir araya getirmiştim. Bu sefer ise 2005-2015 döneminde medyaya verdiğim mülakatlardan 38 tanesi ile 13 gazete/dergi makalemi ve bir konferans sunumumu bir araya getirdim. Bu 52 parçayı tarih sırasına göre dizdim. Bu sayede 2005-2015 döneminde Türkiye’de gündemi etkilemiş belli başlı neredeyse bütün olayları kronolojik olarak –tabii benim değerlendirmelerim eşliğinde- izlemek de mümkün olur diye düşündüm.

Bu kronolojik sıranın iki istisnası en baştaki iki ve en sondaki bir makale. Bilimsel makale formatında daha önce başka kitaplarda yayınlanmış bu yazıları da buraya alarak, aradaki 52 parçada dillendirdiğim dertlerin teorik arkaplanlarına dair bir parantez kurmak istedim. Dolayısıyla kitapta toplam 55 ayrı yazı birimi oldu. İlk iki makalede önyargı ve ayrımcılığı psikanaliz ve sosyal psikolojiden faydalanarak psiko-politik açıdan ele alıyorum. Son makalede ise bu sefer yüzleşme diye adlandırılan sürecin psiko-politik arkaplanına eğiliyorum.

Diğer mülakat ve yazılarda ise, Türkiye’nin kronik olarak debelenip bir türlü çözemediği bütün temel politik meseleler en azından bir kez ele alınıp değerlendiriliyor. Çoğunun ortak paydası politik şiddet olmakla birlikte, daha özgül olarak, göç, tecrit, linç, işkence, savaş, toplumsal şiddet gibi meselelerle, Gezi Direnişi, önyargı, fanatizm, ayrımcılık, milliyetçilik, öteki korkusu, Türk-Kürt ve Türk-Ermeni meseleleri ve yüzleşme gibi konuları psiko-politik bir açıdan tartışıyorum.

Kitabın kapsadığı dönem (2005-15), aynı zamanda bütünüyle AKP iktidarı altında geçen, Türkiye siyasi tarihinde çok büyük çalkantıların ve değişikliklerin yaşandığı bir dönemdi. Askeri vesayet boğuculuğundan demokratik reform umutlarına; Türk-Kürt meselesinde kanlı boğazlaşmalardan barışçıl çözüm umutlarına ve nihayet giderek savaş ve despotizm limanına demirleyen bir “karanlık çağ”a (bkz. kitaptaki sondan bir önceki yazı) varmış bulunuyoruz. Dolayısıyla, bu kitap aynı zamanda bu döneme dair soldan ve demokrasiden yana müdahale de etmeye çalışan bir tanıklık aynı zamanda. Karanlık çağın bitmesine mütevazı bir katkı sunma derdim de var elbet.

İlk kitap, 1992-2005 yılları arasında yaşadığım New York dönemimin ürünüydü. Bu kitap ise 2005’te çalışmaya başladığım İstanbul Bilgi Üniversitesi dönemimin ürünü. Oradaki psikoloji ve klinik psikoloji öğrencilerimin ısrarı olmasaydı, böyle bir kitabı biraraya getirmeyi düşünmezdim sanırım. Onlara teşekkür borçluyum.

Kitabın son haline gelmesinde değerli katkıları olan öğrenci-asistanlarım Mirella Avayu ve Derya Gökalp’e özellikle teşekkür ederim.

8 Şubat 2016

Murat Paker

Arka Kapaktan

Türkiye neden bir türlü şiddet döngülerinden kurtulamıyor? Neden asgari demokratik standartlarını oturtamıyor? Neden aynı hataları boyuna tekrarlıyor? Bir arada yaşayabilme zeminimiz var mı? Nedir bizi bu kadar korkutan ve güvensiz kılan? Türklerle Kürtlerin ve Ermenilerin alıp veremedikleri ne? Çatışma ve savaş kader mi yoksa barış mümkün mü? Barışçıl çözüm ihtimallerinin koşulları ne? Artmakta olan erkek şiddetini besleyen faktörler neler? Gezi’de ne oldu, nasıl oldu? İslamcı siyaset neyi telafi etmenin peşinde? Yüzleşme nedir, neleri kapsar, nasıl yapılır, ne amaçlanır? Yüzleşecek nelerimiz var? Neden yüzleşemiyoruz? Kendimizle, bugünümüzle, geçmişimizle yüzleşmeden olgunlaşabilir miyiz? İçine girdiğimiz bu karanlık çağa nasıl geldik? Murat Paker, bu kitapta topladığı makale ve söyleşilerinde psiko-politik bir perspektifle bütün bu soruların peşinden giderek 2005-2015döneminin panoramasını da çıkarmış oluyor. 2016 itibarıyla Türkiye toplumunun sert bir karanlık döneme veya korku tüneline itildiği düşünüldüğünde, buraya nasıl geldik, neler yaptık/yapmadık gibi önem kazanan sorulara bu kitap kısmen ışık tutuyor.

Göç – Din – Gezi – Linç – Şiddet – Tecrit – İşkence – Önyargı – Fanatizm – Ayrımcılık – Milliyetçilik – Öteki Korkusu – Türk-Kürt Meselesi – Türk-Ermeni Meselesi – Ben-Narsisizmi – Biz-Narsisizmi – Yüzleşme

Satın Almak için

“Türkiye Debelenirken”: Bastırılan daima geri döner.

Erdoğan Özmen

20 Nisan 2016, Cumhuriyet Kitap

Başlık yeterince fikir veriyor; “Türkiye Debelenirken”.  Çırpınıp duruyoruz demek ki. Hep aynı yerde ve boşu boşuna. Şöyle söyleyebiliriz o halde: Aynı biçimde tekrarlamaktan kendimizi alamadığımız meselelerin tutsağı olmak bu. Koca bir toplumun bütün enerji, imkân ve hevesinin sıradan, felç edici bir tekrarlama kompulsiyonun içinde sıkışması, orada heba olması.

Psikanaliz sayesinde çoktan biliyoruz. Tekrarlanan bir şey daha önce olmuş olan bir şeydir.  Geçmişte, bir zamanlar çoktan vuku bulmuştur. Tekrarlandığını düşündüğümüz eylem veya örüntünün her bir örneği, tekrar edilen önceki bir eylem ve örüntüye yaslanır, onu varsayar.  Tekrar etme kompulsiyonu, farkında olmadan yadsıdığımız, bastırdığımız eski deneyimlerden köken alır. Geçmiş travmaların, vahşetlerin, acıların, kayıpların, ölümlerin tortularıdır bunlar. Rüyalarımıza, sıradan hatıralarımıza, gündelik ilişkilerimize sızıverirler.  Karabasanlar, paranoyalar, bölünme, dağılma, parçalanma korkuları, nedensiz ve irkiltici imgeler, tekinsiz hayaller olarak. Geçmişin söze dökülmemiş, hikâyesinden mahrum kalmış gerçeği kendine bir temsil ve karşılık bulmak, dile gelmek için aralıksız çabalar durur çünkü.

Demek ki tekrar etme kompulsiyonu, ümitsizce gerçeğin belirli unsurlarını sözcüklere akıtmayı, aktarmayı amaçlar. Kompulsif bir kısır döngüye kapılması ve sürüp gitmesi tam da bunu yerine getiremediği içindir. Bundandır işte; yası tutulmamış kayıpların, tanıklarından mahrum kalmış ve sözcükleriyle buluşamamış travmaların derin bir yarık oluşturması toplumsal bünyede.  On yıllardır aynı biçimde var olan sorunlara en aptalca tedbir ve çözümlerin hep aynı biçimde önerilip durması, bu yarık ve boşluğun bir türlü dışına çıkılamamış olmaktan değil midir? Murat Paker’in şimdiki uğursuz ve kör şiddete büsbütün teslim olduğumuz zamanlar için çok önceden yazabilmiş olmasının böyle bir içgörüyle ilgisi olmalı: “Eskilerin yerine yeni bir şey koymayı tahayyül edemeyenler, boşluğa düşmek yerine eskiye daha sıkı sarılabilirler. Bu açılım süreci de iyi yönetilemezse her iki tarafta da milliyetçiliğin daha da yükselmesi ve boğazlaşma potansiyeli göstermesi muhtemeldir.”

Belki de en fenası şudur: Bütün toplumsal sınıf ve toplulukları aynı biçimde kat eden bir tortudan söz ediyoruz. Geçmişin birikmiş hesaplarından. Usulünce simgesel bir çerçeveye yerleştirilemediği için çoktan bir hayalet statüsü edinmiş, hepimize musallat olan onca şeyden. Bastırılmış olan daima geri döner çünkü. Genelleşmiş hınç ve öfke, kör nefret ve çekişme toplumsal alana böylece hâkim olduğunda ezilen ve mazlumların kardeşlik ve dayanışması artık mümkün olmaktan çıkar. Herkesin herkese, dahası komşunun komşuya kolayca düşman olabildiği bir eşiktir burası. Derin bir hüsran duygusunun tetiklediği “Öteki Korkusu”nun toplumun bütün dokularına nüfuz ettiği bir eşik. Bir de kitaptan okuyalım:

“Modern Türkiye’nin sosyo-politik tahayyül dünyasına baktığımızda, kuruluşundan itibaren, Türk milliyetçiliğinin egemenliğinde kurulan bir politik kültür söz konusu; burada hep dış düşmanlar-iç düşmanlar söylemi çok başat bir şekilde, çok ağırlıklı bir şekilde yer alıyor. “Biz iyiyiz onlar kötü”, “Biz mağduruz onlar düşman”, “Biz mağduruz onlar saldırgan” tarzı ikilikler, ak-karalıklar var.”

Türkiye toplumunu takatsiz bırakan, asıl temellerinden koparan ve derin bir adaletsizlik duygusuyla işaretleyen bir geçmişten söz ediyoruz demek ki. Bu anlamda ‘nedensiz’ şiddet ve linç pratiklerine yatkın hale getiren bir tarihten. Bunun için her yola; kapsamlı yüzleşme çalışmalarından hakikat komisyonlarına kadar, başvurmak boynumuzun borcudur. Her birimizin en önce kendine borcudur bu.

İnsan ta en baştan, yüzünü ötekine dönerek, daima muhatabını arayarak insan olur. Öteki, ıstırabına tanıklık etsin, ona yönelsin, eğilsin ister. O tanıklığın sözcüklere dökülmesi bir mucizeye yol açar, acımız dönüşür ve diner. Daha da öteye gidip, ötekinin dilini (yani anamızın dilini) bu yüzden öğrendiğimizi bile söyleyebiliriz. Kendi sızımızı, açmazımızı mütemadiyen ötekinin yorum ve sözcüklerine bağımlı olmaktan kurtarmak için. Böyle böyle konuşmayı, demek ki özerk ve kendi iradesini sahiplenen bir varlık olmayı öğreniyoruz belki de. Dilin/konuşmanın insanın koşulu olması bu yüzdendir.

“Türkiye Debelenirken”in temel bir önerisi varsa eğer, budur: Adalet ve hak ölçüsünü incecik bir özenle koruyarak ve cesaretle o yarığı sözle, sözcüklerle doldurmak. Birbirimizi gözeterek, birbirimize yaslanarak konuşmaya başlamak. Yoksa o yarıkta/boşlukta debelenirken toplum olma vasfımızı iyiden iyiye kaybedeceğiz. Ama diğer türlü, var olan etnik, dini, kültürel farklılıklarımızı bir bölünme ve düşmanlık sebebi olmaktan çıkardığımız ve o düğümleri bir bir çözdüğümüz ölçüde, tüm insanlığa ilham ve ümit verici olağanüstü bir armağan sunmuş olacağız. Sadece bunun bahtiyarlığı bile ne müthiştir. Asıl o zaman, içimize yerleşmiş bu tortu ve gereksiz fazlalık temizlendiğinde, hayaletlerimizi defettiğimizde –belki de daha o sırada-, toplumun gerçek sınıflı yapısı ve temeli daha berrak bir biçimde ortaya çıkmayacak mıdır? Her şeyin yerli yerine oturacağı, tutsağı olduğumuz yanılsama ve önyargıların dağılacağı, politikanın gerçek terimlerine ve öznelerine kavuşacağı zemin orasıdır.    

Murat Paker yüzleşmeye devam ediyor

Bülent Somay

18 Nisan 2016, Radikal Kitap

2007’de Psiko-politik Yüzleşmeler yayımlandığında, Türkiye henüz debelenmiyordu. Bugünden geriye bakıp, “Ben olacakları o zamandan görmüştüm,” diyenler vardır mutlaka. Ama o zamanlar tüm çevre ülkelerle kavgalı, kendi halkının yarısıyla da yüz yüze bile bakamayan bir devlet yoktu henüz ortada. Aydınlar terörist, gazeteciler casus sayılmıyordu; bir takım “korumalar” konuk oldukları ülkelerde dehşet saçmıyor, danışmanlar yerde yatan deprem mağdurlarını tekmelemiyor, onu beceremiyorlarsa çifte tabancalarıyla övünmüyorlardı. Murat Paker Yüzleşmeler’de bugünleri gördüğünü iddia etmeyecektir mutlaka. Ama bugünleri “bugünler” yapan dinamikleri gördüğü kuşkusuz.

Türkiye Debelenirken, Yüzleşmeler’in devamı niteliğinde: 2006-2015 arasında farklı nedenlerle ve farklı mecralarda yazılmış denemelerle makalelerden ve birçok da söyleşiden oluşuyor. Bu tür derlemeler kaçınılmaz olarak tekrarlar içerir. Murat Paker de zaman zaman tekrara düşüyor, ama bu tekrar bir dezavantajdan, söyleyecek söz tükendiğinden yapılan bir kaçamaktan ziyade, yılmadan, yorulmadan yapılan bir uyarı: Ayrımcılığa, ırkçılığa, paranoyaya ve önyargıya karşı bir uyarı. Kitabın bölümleri kabaca kronolojik olarak dizildiği için, 2006’dan bugüne adım adım yaklaşırken, Paker’in uyarılarının daha en baştan ne kadar haklı ve yerinde olduğunu, ama dinleyen kimse olmadığı için ona bunları (gitgide artan bir aciliyet tonuyla) tekrarlamaktan başka bir seçenek kalmadığını görebiliriz.

Murat Paker hekim. Buraya kadar şaşılacak bir şey yok, çünkü Türkiye’de hekimler müzikten politikaya kadar her alana girip çıkmışlar, varlık göstermişlerdir. Ama Paker bunun üstüne bir de psikanaliz teorisiyle uğraşıyor; o da yetmezmiş gibi bir de klinik psikolog. Politikaya psikanalizin kavramsal araçlarıyla donanmış olarak bakmak, tehlikeli olabileceği kadar verimlidir de. Tehlike, bakılan her yerde “hastalık” görmektedir. Ama zaten bunu yapan, insanları “hastalar” ve “sağlıklılar” diye ikiye bölen, baktığı her yerde patolojiler gören psikoterapist, mesleğini de pekiyi yapamıyor demektir. Murat Paker’in bakışı böyle bir tehlikeden çok uzak; “hastalığı” da kişilerden ya da kalabalıklardan çok, toplumsal yapılarda arıyor, ki psikanalizin bize öğretmesi gereken en önemli şeylerden biri de budur. Murat Paker’in “psiko-politik” yöntemi, çağımız sosyal bilimindeki temel disiplin-aşırı yaklaşımın önemli bir örneği. Hele Türkiye’de, özellikle iktidar çevrelerindeki tavrın politik alana dışarıdan yapılan her müdahaleye “Cübbeni (önlüğünü, üniformanı, aklınıza ne gelirse) çıkar da politikaya atıl!” olduğu düşünülürse. Bunun en son (ve en komik) örneği, ABD Federal Savcısına iktidar yanlısı basın organı tarafından yapılan “Gel, Türkiye’de seçime gir!” çağrısı değil midir?

Murat Paker bize politikaya müdahil olmak için herhangi bir şeyimizi “çıkarmamız” gerekmediğini ısrarla gösteren en önemli düşünür/yazarlardan biridir. Bunu yaparken de büyük bir dikkatle “politikayı” tümüyle başka bir bilimsel disiplinin (mesela psikanalizin) terimlerine dönüştürmemeyi, kelimenin gerçek anlamıyla disiplinlerarası (ya da disiplinlerüstü veya disiplin-aşırı) kalmayı başarır.

“Ayrımcılık” Murat Paker’in temel odak noktalarından biri. Ayrımcılıkla uğraşırken politik alana “dışarıdan” getirilebilecek en büyük katkı, ayrımcılığın aslında tümüyle temelsiz olduğunu, dinler, mezhepler, milletler, ırklar ya da yerellikler arasındaki farkların hiyerarşik yapılara yol açmasının aslında son derece gelişigüzel yöntemlerle yapıldığını gösterebilmektir. Bunu başarmak için sosyolojiye ya da antropolojiye başvurabilirsiniz, tarihi antropoloji ve politika ile birlikte okuyarak bu sonuca varabilirsiniz. Nitekim Benedict Anderson çığır açan kitabı Hayali Cemaatler’de tam da bunu başarmıştır. Ancak aynı şeyi psikanalizden/psikolojiden hareketle yaptığınızda hem aynı sonuca varabiliyor, hem de ayrımcılığın insan zihnindeki hangi mekanizmaları kullanarak kendini meşru gösterdiğinin sırrını açık edebiliyorsunuz.

Paker kitaptaki ilk makalesinde, 1969 Riceville deneyini (bir kutu içinde) aktararak “Önyargı ve Ayrımcılığın Kurmaca Doğası”nı ortaya seriyor: Martin Luther King suikastinden hemen sonra öğretmen Jane Elliot üçüncü sınıf öğrencilerini “mavi gözlüler” ve “kahverengi gözlüler” diye ikiye ayırarak, “mavi gözlülere” ayrıcalıklar verir. Çocuklar (sadece “mavi gözlüler” değil, “kahverengi gözlüler” de) bu yeni kurala hemen adapte olup hiyerarşik, hatta zalimce davranışlar göstermeye başlarlar. Ertesi gün Elliot sınıfta bir “yanlış” yaptığını, aslında üstün ve ayrıcalıklı olanların “kahverengi gözlüler” olduğunu bildirir. Aynı davranış kalıpları hiç sektirmeden tersine döner, üstten ve zalimce davranışlar bu kez “kahverengi gözlüler”den gelmeye başlar. Ayrımcılığın gelişigüzel yapısını en iyi ele veren deneydir bu: Üstelik dünün mağdurlarının nasıl bir gün içinde bugünün zalimleri olabileceğini de gösterir.

Aynı deney, ünlü nörobilimci David Eagleman’ın The Brain (Beyin) kitabında da ele alınıyor. Eagleman ayrımcılığı bu kez nörobilimin terimleriyle, ayrımcı davranışların (aslında “plastik”, eğilip bükülebilir bir yapı olan) beyinde nasıl yeni sinirsel yollar açtığını göstererek eleştiriyor. Üstelik Eagleman hiç üşenmeyip bu deneye katılan çocuklarla kırk küsur sene sonra görüşmüş. Deneyin sadece ayrımcılığın gelişigüzel, hayali doğasını göstermekle kalmadığını, zaman içinde deneklerin kendilerinde de bu doğa hakkında derin bir farkındalığa yol açtığını gözlemlemiş (David Eagleman The Brain: The Story of You [Beyin: “Sen”in Hikâyesi], s. 242-3).

Kısacası, “Aklın yolu bir” değil mutlaka. Ama aklın yolları, eğer farklı disiplinlerin yöntemlerini içerecek şekilde bir araya getirildiğinde, ya da Murat Paker’in çok sevdiği tabirle disiplinler birbirleriyle “yüzleştiğinde”, ortaya dönüştürücü, devrimci bir aklın çıkması mümkün oluyor. Paker’in iki kitabı da bu aklın aranması yolunda hepimize son derce önemli ipuçları ve derin bir içgörü sağlıyor.

Psiko-politik Anasayfa