Türkiye’de inkâr duvarında çatlaklar oluştu
[Bu söyleşi ilk olarak 8 Ekim 2015 tarihinde REPAIR isimli Ermeni-Türk web platformnda yayınlanmıştır. Link]
Murat Paker’le Kürtlerin, Alevilerin ve soykırım kurbanı Ermenilerin maruz kaldıkları sosyal travmalarla ilgili konuştuk. Paker’e göre faillerin bir travma yaşaması ise sosyo-politik bağlamla kritik derecede bağlantılı. Türkiye’de inkar Cumhuriyetin kuruluş eksenini sorgulamaktan kaçınmayla ortaya çıkıyor. Paker’e göre yapılan yayınlar, konferanslar ve akademisyenlerin çalışmasıyla inkâr duvarında çatlaklar oluşmuş durumda. Çok yavaş seyreden ve Kürt meselesinin çözümüyle birlikte ilerlemesi gereken bir süreç söz konusu.
Toplumsal olaylar travmaya yol açar mı? Toplumsal travmalardan bahsetmek mümkün müdür? İsterseniz bundan söz ederek başlayalım.
Travma bireysel düzeyde de değişik sosyal grup düzeylerinde de tanımlanabilecek bir olgu. Hem bireysel düzeyde hem aile düzeyinde hem de kolektif düzeyde etkileri söz konusu. Örneğin, bir köyde büyük bir afet olduğunda, kolektifi düzeyde bütün köy etkileniyor. Yani travmatik durum, coğrafi bir olayla, orada yaşayan insanlar düzeyinde sosyal bir travmaya neden oluyor.
Bir de tabii coğrafi yerlerden ve olaylardan bağımsız olarak değişik sosyal kimlik ve aidiyet gruplarına yönelik travmatik olaylar söz konusu. Bunlar genellikle politik şiddet sınıfına girebilecek travmalar oluyor. O zaman bu sosyal grubun bütün üyelerini değişik derecelerde etkileyebiliyor. Türkiye’den konuşacaksak örneğin Kürtlere, Alevilere ya da Ermenilere yönelik sosyal travmalardan bahsedilebilir. Bütün bu sosyal gruplar belli olaylar üzerinden, bir sosyal kimlik üzerinden hedeflenmişse, tabii ki travma da, niteliği de bireyselin ötesinde ve bireysele ek olarak sosyal bir nitelik de arz eder.
Şiddete maruz kalan kişilerin yaşadığı travmalar üzerine çalışmalar var. Acaba şiddeti uygulayan açısından bir travma söz konusu mudur ?
Travma deyince işin içine biraz daha geniş olarak doğal afetler ve kazalar da giriyor. Fakat insan yapımı, insan elinden çıkan travmalarla sınırlandıracak olursak; birinin ya da birilerinin birilerine kitlesel ya da bireysel olarak kasten zarar vermesi, yaralaması ve öldürmesinden, cinayetten, yaralamadan, soykırıma kadar uzanan çok geniş bir yelpaze var.
Failler, yani travmayı uygulayan kişilerin ne hissettiği konusunda kolayca genelleştirilebilecek bir durum olduğu söylenemez. Ben burada travmayı politik şiddetle sınırlandırmak istiyorum. Hırsızlık, gasp gibi şeyleri katmak istemiyorum çünkü orada başka dinamikler devreye giriyor. Zaten politik şiddet dediğimizde bile, işkenceden, devlet ya da başka örgütler adına işlenen politik cinayetlerden, kaçırmalardan, tehditlerden, yaralamalardan, göç etmek zorunda bırakmalardan, kitlesel katliamlara ve soykırıma kadar uzanan geniş bir yelpazeden bahsediyoruz. Buralarda fail olarak yer alan insanlar tabii çeşit çeşit. Çeşitli çalışmalara göre az sayıda bir kısmı anti sosyal, eski terminolojide psikopat dediğimiz kişilik özelliklerine sahip insanlar. Onlar zaten “öteki” saydıklarıyla herhangi bir empatik ilişkiye giremeyen, herhangi bir pişmanlık duyamayan, böyle bir melekeleri olmayan, kendi çocukluklarında yaşamış oldukları bazı muhtemel ağır travmalara bağlı olarak zaten empati ve pişmanlık kapasiteleri gelişmemiş ya da dumura uğramış kişiler. Ve bu anti sosyal özellikleri olan fail azınlık grubu herhangi bir üzüntü, pişmanlık vs. hissetmeden yoluna devam ediyor. Onlar zaten bu tür durumlar için çok kullanışlılar. Otoriteler, iktidarlar tarafından kolayca kullanılabiliyorlar.
Büyük çoğunluk ise, bu tür olayların olduğu sıradaki sosyal rolleri gereği, kendilerini bir durumun içinde buluyorlar. O sırada ya gardiyan, ya asker, ya polis, ya da militanlar. Yani bir rolleri var. Birileri onlara git şunu yap, bunu yap, şunu öldür, bunu yarala, şurayı yak, şurayı yık diyor. İşte orada durumun vahametine ve en önemlisi tehdit algısının derecesine göre bir sürü faktör var.
Eğer verilen emirleri yapmaları beklenen bu kişiler kendilerini o grupla özdeşim içerisinde görüyorlarsa, o gruba yönelik tehdidi yüksek buluyorlarsa o zaman o şiddet eylemlerine katılmaları, başkalarını öldürmeleri, yaralamaları, kırmaları, yakmaları, yıkmaları kolay oluyor. Yani bunu rasyonalize edebiliyor. “Benim kendi grubuma yönelik bir tehdit var, ben de şu anda bu işin içindeyim ve tabii ki kendi grubumu koruyacağım” gibi uç düzeyde şiddet eylemlerini rasyonalize ederek uygulayabiliyor. En sık görülen durum bu. Kimisi daha hevesli olarak uyguluyor, kimisi kerhen uyguluyor ve az bir kısmı da reddediyor. Reddedenlerin sayısı az çünkü reddetmenin bedeli büyük. Özellikle savaş durumunda reddetmek vatan hainliği, suçluluk vs. gibi yüklenilmesi zor olabilecek, riskleri büyük olabilecek bedeller getiriyor. Yine de her durumda az sayıda da olsa birileri bu tür emirleri reddedebiliyor ya da kaçıyor. Mesela savaş sırasında asker kaçağının çok olmasının önemli nedenlerinden biri korkuysa diğeri de pis işleri yapmak istememektir. Çünkü savaşta insanlardan çok fazla pis, kirli işler yapması istenir. Bu da insanı zorlar tabii ki ve bazıları bu yükten kurtulmak için en akıllıca yolun oradan kaçmak olduğunu düşünür. Bu noktada insanların çoğu ödenecek bedeller nedeniyle kaçamıyorsa, durumu çeşitli derecelerde rasyonalize eder.
Olay sırasında bu böyle olur, ancak bir de olaylar bittikten sonrası vardır. Daha normalleşme döneminde bu kadar şiddet eylemine bulaşmış failler ya da cellatlar diyelim, ne hisseder, ne yapar diye bakarsak orada o geniş toplumun sosyo-politik ikliminin nasıl olduğu da çok belirleyici. Mesela Vietnam savaşı gazileri… Bunlar Amerikan devleti için dünyanın öbür tarafına gittiler. Savaştılar, öldüler, yaralandılar, bir sürü zorluklar yaşadılar, travmatize oldular savaşta. Nasıl anlamlandırmaya çalıştılar ? “Ülkemiz için, toplumumuz içi, komünizm tehlikesi için şunu yaptık, bunu yaptık” diye. Dönüp geldiklerinde, ülkelerindeki politik atmosfer genel olarak Vietnam savaşına karşı çok eleştirel, bu savaşı anlamsız bulan ve kınayan bir yere doğru evriliyordu. Dolayısıyla bu askerlerin çoğu kendilerini kullanılmış, bir hiç için bir sürü şeyini kaybetmiş olarak görmeye başladılar. Onlar savaşta birçok tehlike yaşamış, şiddete bulaşmış ve öldürmüşlerdi ama döndüklerinde bu faillik durumunu anlamlandırabilecekleri, rasyonalize edebilecekleri çerçeve çökmüş oldu. Amerikan milliyetçiliği ya da militarizm üzerinden bir şey yapmak zorlaştı. İşte o zaman onların kötü hissetmesi, yaptıkları işi sorgulaması ya da çeşitli psikolojik şikayetler geliştirme riski de artmış oldu. Her ne kadar ak-kara gibi bir ayrımdan söz edemesek de öyle bir sosyo-politik ortam olmasaydı, Amerikan toplumu “aslansınız, kahramansınız” diye devam etseydi, o gazilerin önemli bir kısmı pozitif biçimde anlamlandırmaya, rasyonalize etmeye devam edebileceklerdi. Dolayısıyla faillerin sonrasında nasıl hissedeceği konusu, sosyo-politik bağlamın nasıl olduğu, olayların hem politik çevrelerde hem genel toplum düzeyinde nasıl yorumlandığı, nasıl değerlendirildiğiyle çok kritik derecedeönemde bağlantılı.
1919-1920 yıllarında İstanbul’da İttihatçıların yargılandığı çok kısa bir dönem var. Dönemin basınında, meclisinde bazı tartışmalar görüyoruz. 1915’e dair bir sorgulama olduysa da çok kısa sürmüş ve kapanmış. Yukarıda bahsettiğiniz sorgulamayı mümkün kılan sosyo-politik ortamın yokluğundan ötürü rasyonalize etme devam etti diyebilir miyiz?
1915 Osmanlı Devletinin çöküş ve Türkiye Cumhuriyetinin çıkış, kuruluş dönemine denk geliyor. Anadolu’nun Türkleştirilmesi, homojenize edilmesi , farklılıklardan arındırılması bütün bunların yaşandığı süreçte yaşanıyor. Osmanlı’dan kalan Anadolu topraklarında 1. Dünya Savaşı öncesinde Hristiyan nüfusun oranı sanıyorum %20-25. Sonrasında Rumların ve Ermenilerin “temizlenmesiyle” birlikte çok ciddi bir homojenizasyon var. Osmanlı İmparatorluğu son yüz yılında çok hızlı bir şekilde büzülüp bir sürü toprak, servet, nüfus, itibar kaybediyor. Bu ağır bir yıkım ve Osmanlı elitinin geldiği nokta “Biz yok olacağız” yani “bu savaş son şansımız, son fırsatımız” çünkü “Batı karşısında sürekli yeniliyoruz”.
Niye oluyor bütün bunlar; çünkü bu “hainler, yani bizim tebaamız saydığımız temel olarak Hristiyanlar, gayrı müslimler” Batılılarla işbirliği yaparak bizi hep “arkamızdan hançerliyorlar”. Dolayısıyla kurtulmamız için homojen bir ulus devlete doğru gitmemiz lazım. Bunu da nasıl yapabiliriz, Sünni-Müslüman-Türk’lük üzerinden kurabiliriz gibi bir yere doğru geliniyor. “Savaş bahanesiyle de bu arada işimizi görelim, temizliğimizi yapalım” şeklinde müthiş alarmist bir durum var,. Dolayısıyla, yüz yılda yavaş yavaş damıtılmış ve şekillenmiş olan bu farklılık korkusunun, “farklı olursak, heterojen olursak, parçalanırız, yok oluruz, biteriz” kaygısının yatıştırılması ihtiyacı Türk milliyetçiliğinin bir ilaç olarak masaya konmasına neden oluyor.
Bu ilaç 1. Dünya Savaşı boyunca içiliyor. Temizlik yapılıyor. Bu ilaç üzerinden Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra hala bu ilaç var. Yani Türk milliyetçiliği üzerinden Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor. Türklük ve Sünni Müslümanlık dışında kalan bütün unsurlar, başta Ermeniler ve Rumlar, daha az seviyede Aleviler, Kürtler hepsi merkezin dışında görülüyor. Ya tehlikeli “yerli-yabancılar” gibi, ya da Kürtler Aleviler gibi hızla asimile edilmesi, Türkleştirilmesi, makbul vatandaş seviyesine getirilmesi gereken unsurlar olarak kodlanıyorlar. Dolayısıyla o refleks zaten birkaç on yıldır var olan, cumhuriyette de devam eden refleks. Cumhuriyetin ilk beş-on yılında, 1915’in bütün boyutlarıyla sorgulanması, yüzleşilmesi demek aslında cumhuriyetin kuruluş ekseninin sorgulanması anlamına gelecekti. Dolayısıyla onu gayet sessiz ve hızlı bir şekilde kapatmayı tercih ettiler.
İnkâr bu noktada mı ortaya çıkıyor?
Tabii. Yani o zamanlar çok daha fazla sayıda insan ne olup bittiğini biliyor. Sıradan vatandaşlar daha fazla sayıda biliyorlar, politik elitin hemen hepsi biliyor. Bir kısmı zaten katil ve Cumhuriyette politik elit olmaya devam ediyorlar. Belki cumhuriyeti kuran elitin bir kısmı doğrudan katil değil, Mustafa Kemal gibi mesela, onun elinde Ermeni kanı olmayabilir, ama o da genel homojenizasyon, Türklük üzerinden bir ulus devlet kurulması düşüncesini paylaşıyor. Sadece elini diğer katiller kadar pisletmemiş durumda. Aynı zihniyet evreninin parçaları hepsilar yani.
“Biz bununla yüzleşirsek yok oluruz” korkusunun devamı mı var ortada?
Yüz yıllık büzülmenin sonucunda çok ağır bir yok oluş kaygısı var. O yok oluş kaygısını gidermek için bulunmuş, can havliyle sarılınmış Türk milliyetçiliği üzerinden giden, Türklük üzerine kurulacak ulus devlet meselesi var. Buna yapışıyorlar. Ama bu o kadar yapay, o kadar zorlama, sosyolojik ve tarihsel gerçekliğe uymayan bir şey ki… Çok zorla yaptıkları bir şey. Her sorgulama, her yüzleşme zaten zorla dikiş tutturmaya çalıştıkları elbiseyi patlatacak diye düşünüyorlar. Bu anlamda haksız da değiller. Çünkü çok zoraki teğellenmiş, dikilmiş bir elbise. Dolayısıyla en iyisi ellememek, üzerini kapatmak gibi görünüyor bu elite.
Ellemiyorlar, ama konu kapanmıyor tabii.
Kâbus olarak geri geliyor.
Günümüz Türkiye’sinde yaşayan insanların bu anlamda farklı bir kâbusu var mı? Bunca sene saklanmış bir şeyi keşfettikleri zaman ne olur?
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kuşak ne olduğunu biliyor ama sonra gelen kuşaklar milli eğitim, medya, vs. üzerinden onlarca yıl böyle bir olay sanki hiç olmamış gibi bir tedrisattan geçiyor. Tabi bu iş 70’lerde Asala eylemleriyle Türkiye kamuoyu gündemine geldiğinde, Türkiye toplumunun büyük çoğunluğu sahiden hiçbir şey bilmiyor. Biliyor da bilmiyormuş gibi yapıyor değil. Ve onlar büyük bir şok yaşıyorlar. 70’lerdeki Türk milliyetçiliği ve resmi ideoloji de “Bir takım sapık Ermeniler bize saldırıyorlar” diye yansıtıyor olayı.
O zaman çağdaş Türkiye toplumunun 1915’le ve Ermeni meselesiyle tanışması yeni bir travmatik durum üzerinden, Asala üzerinden olmaya başlıyor. Kâbus olarak gelmesi budur. “Bizi niye öldürüyorlar?”, “Bizimle ne alıp veremedikleri var?”. Bu sefer nedir, ne değildir diye okumaya başlanıyor, soruşturulmaya başlanıyor. Resmi ideoloji bu sefer Ermeni tezlerine karşı “Hayır, öyle bir şey yoktur” diyen resmi tezleri çıkarmaya başlıyor. Daha aktif bir inkâr dönemi başlıyor. Daha önceki biraz daha pasif bir inkâr dönemi, çünkü zorlayan pek bir şey yok. Unutulmuş, üzeri kapatılmış, bir kenara atılmış gibi. Şimdi biri silahlı propagandayla senin gözüne sokuyor, diplomatlarını öldürüyor. O zaman herkes soruyor “ne oluyor ?” diye. “Yalan söylüyorlar, aslında onlar bizi kesmişti, aslında abartıyorlar, aslında savaş vardı” gibi daha aktif yalanlar başlıyor. Bu sefer aktif inkâr, manipülasyon dönemine giriyoruz. Ve böyle de birkaç kuşak yetişiyor. Türkiye’de birkaç kuşak aktif inkâr, beyin yıkaması döneminden de geçiyor. Dolayısıyla durum iyice düğümlenmiş bir hâl alıyor. Şimdiki zorluğumuz en azından iki katmanlı. Biri, yüz yıllık bir ihmal, ilgilenmeme anlamında daha pasif bir inkâr, biri de 70’lerden beri en azından otuz kırk yıllık daha aktif, savunmacı ve tepkisel bir inkâr.
Şimdi şu anda iki düzey, iki inkâr düzeyi birbirine bulanarak Türkiye toplumunun bu işle yüzleşmesini zorlaştırıyor. Ama son on-on beş yıldır da yavaş yavaş başlayan daha sahici yüzleşme adımları var. Resmi düzeyde hala bir şey yok. Ama sivil toplum düzeyinde daha çok akademisyenlerin, gazetecilerin, sanatçıların girişimleriyle giden kısmi, yavaş, gayrı resmi bir yüzleşme durumu var.
Son on-onbeş yıllık süreçte kendi ailesinin tarihiyle de yüzleşenler olmuştur. Kendi ailesinin sorumluluğu olduğunu fark etmek, belki servetinin böyle bir şeyden geldiğini fark etmek farklı bir travma mıdır bugünün Türkiye’sinde yaşayan insanlar için?
Travma olabilmesi için, dediğim gibi genel sosyo-politik bağlamın nasıl olduğu önemlidir, en kritik şey bu. Mesela genel sosyo-politik bağlam “ Türk milliyetçiliği esastır, savaş olur güçlü olan kazanır, zaten dünyanın her yerinde böyledir. Onlar da kaybetmeselerdi” olabilir. Ya da daha eşitlikçi daha insani “Acılara hürmet edelim, ötekini anlayalım, aslında hepimiz insanız, dayanışmalıyız, tarihimizi sorgulamalıyız, yüzleşmeliyiz ki daha insan olalım, daha uygar olalım” da olabilir. Genel politik bağlam ikincisi gibiyse mesela, o zaman dönüp bakarım, “Allah kahretsin benim dedem de ne yapmış” derim, bundan utanabilirim o zaman. Onu telafi etmek için sembolik de olsa bir şeyler yapmak isteyebilirim. Oysa Türkiye’deki genel politik bağlam resmi ideolojide hala Türk milliyetçiliği çok ağırlıklı ve giderek de resmi İslamcı ideolojinin ağırlık kazandığı bir bağlam. Müslümanları ve Sünniliği merkeze koyan bir Türk-İslamcılık hali var. Türklük zaten merkezdeydi, ama daha da merkezi yere gelen Müslümanlık ve Sünnilik oldu. Önceden de çok dışarıda değillerdi ama AKP iktidarıyla son on yılda artık merkeze Sünni -İslam ve Türklük olarak geldi. Diğer her şey buna göre tanımlanıyor. Dolayısıyla Türkiye toplumunun önemlice bir kısmı, resmi ideoloji, devlet elitleri, politik elitler dünyaya tamamen bu mercekten bakıyor. Mesela Türkiye’nin dış politikasına bakın, tamamen bu mercek üzerinden gidiyor. Kim bizim düşmanımız, dostumuz, bunun üzerinden. Yani bir eşitlik söz konusu bile değil.
Bu meselenin konuşulur olması, bir yerlerde oluşmuş olan kırılmaları iyileştirmeye başlamış mıdır?
Yani bazı çatlaklar oluştu en azından, bunlar çok önemli. Daha önce betonarme bir yapı varken çok homojen bir inkâr betonu varken, yapılan yayınlarla, çeşitli projelerle, çalışmalarla, konferanslarla, televizyon programlarıyla, akademisyenlerin öncü çalışmasıyla o beton inkâr duvarında çatlaklar oluştu. O çatlaklardan artık sular sızıyor, insanlar o sulara dokunuyor, bir sürü yayın okunuyor. İnternet var, dil bilen herkes her bilgiye erişebiliyor. Dolayısıyla Türkiye toplumu gayrı resmi düzeyde bunun altını çiziyorum, yirmi-otuz yıl öncesine göre çok daha fazla şey bilir en azından öğrenebilir hale gelmiş durumda. Bu devam edecek ve bu çatlaklar yavaş yavaş duvarı yiyecekler tabii ki. Yani bu beton inkâr duvarı çökecek ama kısa zamanda değil. Daha vakit var bunun çökmesine. Çünkü o sağlam bir duvar ve o duvar çöktüğünde onun altında çok fazla şey kalacak yani devletin kuruluş felsefesi, kuruluş ekseni bütün bunlar sorgulanır hale gelecek. Dolayısıyla o duvar yıkılmasın diye o çatlaklar kapatılsın, fazla geçirgen olmasın diye de uğraşan geniş bir kesim var.
Değinilmesi gereken bir başka faktör Kürt meselesi. Türkiye’de Kürt meselesi Ermeni meselesine göre çok daha güncel ve yakıcı bir mesele. Kürt meselesi sahiden çözülebilecekse, Kürtleri de tatmin edecek biçimde çözülecekse o zaman Türkiye devletinin bu tekçi halinin esnemesi gerekecek. Türkiye’de yaşayan herkese “Türk” denmemesi gerekecek mesela. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ya da Türkiyeli gibi başka bir üst şemsiye kimlikler tanımlamak gerekecek. Bu becerilebilirse, ki o da kolay değil çünkü orada da bir sürü direnç var, önemli bir aşama geçilmiş olacak. Bu aynı zamanda demokratikleşmeyle kol kola gitmesi gereken bir süreç.
Dolayısıyla eğer Türkiye Türk-Kürt meselesinde tatminkâr bir aşamaya varabilirse, ki varabilmesi zor, öncesinde Kürt meselesi niye var konusunda çok ciddi sistematik bir yüzleşme sürecinden geçilmesi lazım. Devletin niteliğini ve yaptıklarını içeren bu yüzleşmeden geçtikten sonra politik dönüşümle Türk-Kürt meselesi de bir hal yoluna girerse o zaman bu yeni bir Türkiye demektir. Daha esnek, daha olgun, daha demokratik bir Türkiye demektir. O zaman 1915’le, Ermeni soykırımıyla halleşmek, yüzleşmek, onunla temas etmek, onu sindirebilmek de daha mümkün, daha kolay hale gelecektir.