Bahçesaray (Müküs) Neresi? – 2008 (ve 1984)
(*) Bu yazı 2009 yılında Cumhuriyet Kitapları tarafından yayınlanan Yer Gök Dört Duvar başlıklı, öğrencileri olarak Prof. Türkan Saylan anısına hazırladığımız kitapta yer almıştır. Kitaptaki diğer yazarlar: Serhan Tuğlular, Ayşe Yüksel, Tülay Çakınar Eğilmez, Kaspar Zakaryan, Ari Boyacıyan, Salih Türkoğlu, Erol Eroğlu, Murat Paker, Talat Kırış, Yeşim Erim, Güher Saruhan. Direskeneli, Hamdi Aytekin.
*****
Bu kitapta yer alan “Bahçesaray Neresi?” başlıklı fotograflı yazı bundan tam 24 yıl önce Gençlik ve Toplum Dergisi’nde yayınlanmıştı. 24 yıl sonra açıklamakta artık bir sakınca görmüyorum: O yazının yazarı ve fotografçısı olarak olarak görünen Ozan Onur bendim, Burak Yağız da sevgili Erol Eroğlu. Yazıdan daha çok ben, fotograflardan da daha çok Erol sorumluydu. Şimdi bu kitap projesi vesilesiyle bu eski yazıya ve onun etrafındaki deneyime yeniden bakma fırsatını kullanmak istiyorum. Henüz okumadıysanız, lütfen önce o yazıyı okuyunuz.
Sene 1984. 12 Eylül rejiminden biçimsel olarak yeni yeni çıkılmakta. Politik olarak karabasan günleri. Diyarbakır Cezaevi, askeri diktatörlük döneminde bir tür toplama kampı gibi çalışmış, hala da o özelliğini kaybetmiş değil. PKK üzerinden Kürt kalkışması henüz başlamış, daha neyin ne olduğu çok belli değil. Ve böyle bir sosyo-politik bağlamda, biz bir grup genç, hevesli, anlamlı/faydalı işler yapmak isteyen, genel olarak sol/sosyalist eğilimli tıp öğrencileri, Prof. Dr. Türkan Saylan liderliğinde bir ekiple Doğu’ya, Doğu’nun en geri bıraktırılmış yerlerinden birine dağ tepe cüzzam taraması yapmaya gidiyoruz. Birkaç yıl gecikmiş olsak, silahlı çatışmaların yoğunlaşması nedeniyle muhtemelen böyle bir çalışma yapmamız mümkün olmazdı. Geriye dönüp bakıldığında, herhalde bütün ekip üyelerimizin paylaşacağı gibi, iyi ki gecikmemişiz, iyi ki böyle bir projeye katılmışız. Hepimizin kişisel gelişiminde önemli bir sayfa olduğuna inanıyorum bu Doğu seferinin.
Bahçesaray’da Kürt meselesi
1984’den bugüne Türkiye bir çok sosyo-politik değişim geçirmesine rağmen, birbiriyle yoğun alakası olan iki hattın hala hayatiyetini sürdürüyor olması insanın içini acıtıyor. 12 Eylül rejimini hala tam olarak aşamadık, o anayasayı değiştiremedik ve büyük ölçüde bu yüzden Türk-Kürt meselesini de çözemedik, onbinlerce insanı bu çatışmada kaybettik, kaybetmeye de devam ediyoruz. 22 yaşındayken yaptığım Bahçesaray seferi, bu meselelerle çok daha yakından ve içinden karşılaşmama vesile oldu. Bahçesaray’a giderken altı yedi yıllık bir sosyalisttim. O günkü koşullar içinde ve ortalamaya göre iyi okuyan ve sosyalizmin, dünyanın, Türkiye’nin meseleleriyle epeyce ilgili bir gençtim. Eşitsizliği, yoksulluğu ve Kürt meselesini de bildiğimi sanıyordum. Bahçesaray deneyimi, kitabi bilgilerimin ete kemiğe büründüğü, iç sızlatan bir şekilde derinleştiği, insani ve politik formasyonumda kalıcı izler bırakan bir deneyim oldu.
24 yıl önce yazdığım yazıya baktığımda ilk gözüme çarpan tabii ki acemilik. Bu yazı benim ilk yayınlanmış makalelerimden biriydi. Gördüklerimi paylaşmak için büyük bir heyecan duyduğumu hatırlıyorum. Makaleyi kendi isimlerimizle yayımlamaya cesaret edememiştik. Bir iki yıl sonra tıp fakültesini bitirip devlet memuru olacak ve mecburi hizmet yapacaktık. Türkiye’de o yıllarda çok daha kesif olan baskı rejimi karşısında mahlas kullanmayı daha uygun bulmuştuk. Dikkat ederseniz makalenin önemli bir kısmında Bahçesaray bağlamında Kürt meselesinin çeşitli yansımalarından bahsediliyor, ama bir kez bile ‘Kürt’ ya da ‘Kürtçe’ kelimeleri geçmiyor. Bugün Kürt meselesi hala çözüm bekliyor, ama bu kelimeler bir tabu olmaktan, yasal kovuşturma konusu olmaktan çıkmış durumdalar. Genç kuşakların muhtemelen tahayyül etmekte bile zorlanacakları bir durum bu. Evet, 24 yıl önce rahatça ‘Kürt’ ve ‘Kürtçe’ diye yazamıyorduk, ‘başımıza ne gelir?’ diye hesap etmek zorundaydık, zira bu yüzden binlerce insanın başına gelmedik kalmamıştı. Şimdi ise Türkiye’de neredeyse hiç kimse Kürtlerin ve Kürtçenin varlığını inkâr edemiyor, varlıklarından kaynaklanan haklarını tanımakta ayak diretseler bile. Anaakım siyasi partilerin temsilcileri bile ‘Kürtleri tanıdıklarını ve bunu bir zenginlik saydıklarını’ açıklayabiliyorlar. Hemen herkesin üzerinden atladığı ve kanımca Kürt meselesinin çözümünde en kritik düğümlerden biri ise, neden 10-15 yıl öncesine kadar Kürtlerin ve Kürtçenin varlığının inkâr edildiği gerçeğiyle yüzleşilmemiş, bunun hesabının verilmemiş olduğu. Bu inkâr, bütün bu topluma nelere mal oldu ve neye değdi? Bu sorulara etraflı ve samimi cevaplar vermeden Kürt sorununun sahiden çözüm yoluna girebileceğini sanmıyorum. Bahçesaray deneyimi, Kürt ve Kürtçe gerçeğinin inkâr edilemezliğini yaşatarak göstermesi açısından bütün ekip üyeleri için çok değerli bir deneyim olmuştu.
Bahçesaray’da Ermeni izleri
24 yıl önce yayınlanan makalede Kürt meselesinin dışında kişisel olarak benim tarihimde bir yer tutmuş olan başka bir meseleden de çok kısaca bahsediliyor. Şöyle:
Bölgede üç beş tane Ermeni kilisesi veya kilise kalıntısı var. Birkaç yerde kilise taşları yapı malzemesi olarak kullanılmış. Biz hiç Ermeni görmedik, zaten şimdi yokmuş da.
1984’de Bahçesaray’a giderken, ne kadar okumuş, meraklı bir Türkiyeli sosyalist genç olsam da Kürt meselesine dair bildiklerimin yüzde birini Ermeni meselesine dair bilmiyordum. Her ortalama Türkiyeli gibi Ermeni meselesi benim için o zaman büyük bir muammaydı, ben de çoğu Türkiyeli gibi Türk-Ermeni meselesiyle ASALA[1] üzerinden tanışmıştım. ASALA’nın terörist eylemleri henüz çok tazeydi. Bahçesaray deneyimi, ASALA’nın ötesinde Ermeni meselesiyle başka tür bir karşılaşma için de anında pek farkına varamadığım küçük bir imkân sunmuştu. 1984’te Kürt meselesi bir tabuysa, Ermeni meselesi misliyle tabuydu. Tabu olmasının dışında okuyup öğrenecek yeterli kaynak yoktu, henüz internet yoktu, dolayısıyla resmi yalanlar için çok daha elverişli bir ortam vardı. Yine de yukarıdaki alıntı kadar bir parça 24 yıl önceki makaleye sızabilmiş. Köprülerin altından çok sular aktıktan sonra, 2005 yılında, Türk-Ermeni meselesinin anılarla bezeli psiko-politik bir analizini yaptığım başka bir makalede ise Bahçesaray kısmı kendisine daha gürbüz bir yer buldu:
Sene 1984. Prof. Türkan Saylan liderliğinde, o zamanlar yılın 8-9 ayı yolu kapalı olan Van’ın Bahçesaray (Müküs) ilçesinde, tıp öğrencilerinden kurulu bir ekip olarak cüzzam taraması yapıyoruz. Bahçesaray, sonradan uydurulmuş isminin çağrıştırdığının aksine, Türkiye’nin belki de en geri kalmış/bıraktırılmış bölgesi. O ilçenin, bir çoğunun yolu izi olmayan bütün köylerine ve de mezralarına gidiyoruz. Her yerde müthiş bir sefaletle karşılaşıyoruz. Çok açık ki uygarlığın hemen hiç bir nimeti o köylere/mezralara uğramamış. ‘Kürt meselesi’ni önceden biliyoruz ama ancak orada kafamıza dank ediyor. Bazı mezralara 3-4 saatlik katır-sırtı yolculuklarla ulaşabiliyoruz. Bu katır yolculuklarında uzaktan zaman zaman bir dağın yamacında kayaya oyulmuş bir şeyler görüyoruz, merak edip bize eşlik eden Kürt köylülere soruyoruz. Muhtemelen önce bize güvenmediklerinden olacak, ‘eskiden kalma yatır falan gibi bir şeyler’ deyip lafı geçiştiriyorlar. Üçüncü beşinci yatırda uzaktan bile haç işaretini farkettiğimizde bunların küçük kaya kiliseleri olduğunu ‘itiraf’ ediyorlar ama ne zamandan ve kimlerden kaldıklarını ‘bilmiyorlar.’ Sonra bir mezraya varıyoruz. Yine derme çatma evler, yine aynı yoksulluk. Ağaçların arasından ilerlerken, Bahçesaray ölçülerinde devasa sayılabilecek bir bina ile karşılaşıyoruz. Mezradaki ya da diğer köylerdeki evlerle hem boyut bakımından hem de mimari tarz bakımından hiç bir ilişkisi olmayan, sanki o sefaletin ortasına uzaydan getirilip kondurulmuş bir yapı. Yıpranmış, yaşlanmış ama etrafındaki ‘çağdaş’ yapılara göre hala mihrap yerinde. O kadar ‘gerçek-dışı’ bir durum ki. ‘Nasıl yani?’ diye acaip merak ediyoruz, içine bakmak istiyoruz. Her tarafı kapalı, girmek mümkün değil. Soruyoruz tabii. Köylüler oldukça isteksizler bu bina hakkında konuşmaya. Bu binanın o mezrada olması o kadar tuhaf ki köylüler de farkında bu tuhaflığın. Yeni yetme büyükşehirli tıbbiyeliler olarak sanki hiç olmadık bir yerde başka bir medeniyete ait bir iz bulmuş gibi heyecanlıyız, ama aynı zamanda köylülerin sanki suçüstü yakalanmışlar gibi sıkıntı yaşamalarını da anlayamıyoruz. Tıbbi muayeneleri yaptıktan ve hasbıhal ettikten sonra bizim aşina oldukları türden devlet görevlisi olmadığımızı anlıyorlar (çünkü o güne kadar mezraya gelen tek yabancı, jandarma olmuş) ve biz de sorularımıza cevap bulmaya başlıyoruz. Evet kuşkulandığımız gibi bir Ermeni kilisesi o bina. Orası da eskiden bir Ermeni köyüymüş. Ne zaman ve niye bilmiyorlar (ya da bize söylemediler) ama eskiden bir zaman Ermeniler terk etmiş o bölgeyi. Ermenilerin evleri yıkılmış ama işte kilise ayakta kalmış. Sonra bizle konuşan köylülerin dedeleri/nineleri yerleşmişler buraya. Kilise yakın zamanlara kadar mezranın ortak ahırı olarak kullanılmış.[2]
21 yıl arayla yazılmış iki makalede aynı anının nasıl bu kadar farklı temsil edilebildiğini anlayabilmek için iki faktör önemli: 1) 1984’teki politik iklim 2005’te yazdıklarımı yazmama izin vermezdi, kimbilir başıma neler gelirdi. 2) İzin verseydi bile, ben 1984’te gördüklerimi anlamlandırabilme açısından henüz yeterli bir formasyona sahip değildim. Bu formasyon yavaş yavaş gelişti ve 1984 anısı zaman içinde bir anlam çerçevesine oturabildi.
Bahçesaray’da eşitsizlik, yoksulluk ve yoksunluk
Bahçesaray’a cüzzam taraması yapmak için gitmiştik. Cüzzam, sosyo-ekonomik olarak orta gelişmişlik düzeyine ulaşmış toplumlarda bile yok edilmiş bir hastalıktı. Türkiye’de ise o döneme kadar büyük ölçüde geriletilmiş olmasına rağmen bazı yerlerde – özellikle Van ve Hakkâri dolaylarında – sinsi varlığını sürdürüyordu. Erken teşhiş edildiğinde basit bir ilaç tedavisiyle bir iki yılda tamamen ve hiçbir arıza bırakmadan iyileştirilebilen cüzzam, tedavi edilmediği takdirde dehşetengiz bedensel deformasyonlara ve işlev kayıplarına neden oluyordu. Bulaşıcı bir hastalık olmasına rağmen, oldukça zor bulaşıyordu (yine zor bulaşan veremden yedi kat daha zor). Bulaşabilmesi için oldukça kötü hijyen koşulları ve bağışıklık sisteminin oldukça zayıf olması gerekiyordu. Kısacası cüzzamın ekonomi-politiği, çok büyük ölçüde bir yoksulluk-yoksunluk hastalığına işaret ediyordu. Bu çerçevede, cüzzamın Türkiye’de en son Van-Hakkâri bölgesinde görülüyor olması tabii ki bir rastlantı değildi. 1984 tarihli makalenin önemli bir bölümü Bahçesaray yöresinde gözlemlediğimiz sosyo-ekonomik eşitsizliklere ve yoksulluğa ayrılmış olduğu için burada tekrarlamaya gerek yok, ama cüzzamın varlığı hem çıplak gerçek hem de simgesel olarak o bölgenin geri bıraktırılmışlığı ve yalıtılmışlığına dair çok güçlü bir ölçüt sunuyordu.
Cüzzam taraması ekibine katılan bizler ise sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan bu toplumun görece ayrıcalıklı kesimlerine mensup gençlerdik. Temas etmeye niyetlendiğimiz insan grubuyla aramızdaki ortak zemin o zamana kadar alışık olduğumuzdan çok daha dardı. Toplumsal sınıf, eğitim düzeyi, kültürel arkaplan, anadil, etnik köken ve dini inanç (ve ek olarak duruma göre yaş ve cinsiyet) gibi insani ilişki kurarken önemli olabilen temel bazı faktörler düzeyinde ciddi farklılıklarımız vardı. Bunlara ek olarak ortalama insanın temas etmekten kaçındığı cüzzam gibi bir hastalığın peşindeydik. 1984’te, temas kurma açısından ne denli zor bir işe girişmiş olduğumuzun bu denli farkında değildim, ama geriye dönüp baktığımda Bahçesaray deneyiminin bana (bize?) en önemli katkısı bir sürü farklılığa ve zorluğa rağmen temas edebilmenin mümkün olduğunu göstermesiydi. İyi niyet, yardım etme arzusu, belirli bir misyon çerçevesi, temas edebilmek için gerekliydi ama yeterli değildi. El yordamıyla keşfetmek zorunda kaldığımız pratik bazı beceriler, empatik dinleme kapasitesi, esneklik, karşındakinden öğrenme merakı gibi özellikler, bizimle onlar arasında nesnel olarak varolan eşitsizlikleri kısmen de olsa kırabilen, özneler-arası bir iletişime kapı aralayan özelliklerdi. Daha sonra seçtiğim klinik psikoloji/psikoterapi alanında da ne kadar önemli ve değerli olduklarına her seferinde yeniden tanık olduğum ve psikoterapi öğrencilerime aktarmaya en çok özen gösterdiğim bu özelliklerin bendeki gelişim tarihinde Bahçesaray deneyimi müstesna bir yer tutuyor.
Kollektif deneyim ve Türkan Saylan
Bahçesaray deneyimini müstesna kılan diğer bir özelliğin de kollektif ekip ruhu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Epeyce ilkel ve zor koşullarda, dertleri de kıvancı da paylaşarak anlamlı bulduğumuz bir iş yapmak, bizi biraz daha olgunlaştırdı. Hiçbirimiz asker ruhlu değildik, aksine bireyselliği gelişkin parlak öğrencilerdik, ama Bahçesaray’da bireyselliklerimizin ötesinde ekip çalışması, dayanışma, paylaşma, birbirimizin eksiğini/açığını kapatma gibi becerilerimizi geliştirme fırsatı bulduk. İnanıyorum ki sadece benim için değil, bütün ekip arkadaşlarım için de Bahçesaray seferi, hayatlarındaki kurucu sayılabilecek önemli deneyimlerden biri oldu. 24 yıl sonra böyle bir kitap hazırlamaya kalkışmamız sanırım bu kuruculuk rolüne dair yeterli bir kanıt olarak görülebilir. Bu ekibin bütün üyeleri, “büyüdükçe” kendi seçtikleri alanlarda önemli işlere/hizmetlere imza attılar; zaman içinde omurgasızlar cenneti haline gelen Türkiye’de (ya da göç ettikleri ülkelerde) ilkeli, dik ve sosyal sorumluluk bilinci yüksek insanlar olarak yaşamayı becerebildiler. Bu beceride Bahçesaray deneyiminin -az ya da çok- önemli bir katkısı olduğunu söyleyebiliriz.
Ve Prof. Türkan Saylan. Bizim için (ve tabii tarama sırasında saptadığımız cüzzam hastaları için) bunca değerli bir deneyimi mümkün kılan güzel insan Türkan Saylan. Tıp Fakültesi’nde okurken, dermatoloji gibi minor sayılan bir dalın hocası olduğu için dersler/stajlar üzerinden çok az temasımız olan, ama yüreği hep tıpla sosyal problemlerin keşişme alanlarında attığı için bu makalede değindiğim Bahçesaray seferi gibi nice seferler düzenleyerek bizim gibi birçok genç tıbbiyelinin okulda öğrenmesi mümkün olmayan dünyaları öğrenmesi için fırsatlar yaratan, aklımızda ve yüreğimizde kalıcı izler bırakmış mümtaz bir hoca. Bürokratik kısıtlılıkları ve “imkansızlıkları” kolayca aşabilen bir organizasyon ve iletişim üstadı. Türkiye’de –bizim de bir ucundan tanık olduğumuz- cüzzamın kökünü kazıyan kadın.
Türkan Hoca’yı hepimiz çok sevdik. Onun çalışkanlığı, adanmışlığı, dava insanı olması, titizliği, özeni, samimiyeti ve insanları seferber edebilme kapasitesi hepimizi çok etkiledi. Bütün bunları, Türkan Hoca’nın 1984’teki genel politik çizgisine pek sıcak bakmayan, son yıllardaki politik çıkışlarına ise hiç sıcak bakmayan biri olarak yazıyorum. Buna rağmen biliyorum ki Türkan Hoca, Türkiye’nin yetiştirdiği, ileri derecede sosyal sorumluluk bilincine sahip biliminsanlarının en değerlilerinden biridir ve bu toplum için eşsiz hizmetlerde bulunmuştur.
Velhasıl
Bu makaleden bir “kıssadan hisse” çıkacaksa eğer, eğitimcilerin eğitimi okulla sınırlı tutmamaları, kendilerini ve öğrencilerini sosyal sorunlarla mücadele eden projelere angaje etmeleri önerilebilir. Bu sayede, hem eğitimciler hem de öğrencileri kitabi bilgilerini sınayabilecekleri, çok daha çeşitli bilgiler edinebilecekleri, zenginleştirici kollektif deneyimler yaşayabilecekleri, farklı toplumsal gruplarla sahici temaslar kurabilecekleri, kısacası kendi potansiyellerini daha iyi tanıyıp gerçekleştirebilecekleri kanallar bulabilirler. Türkiye’nin, dünyanın, hepimizin bu tür angajmanlara çok ihtiyacı var.
[1] ASALA’yı bilmeyebilecek genç kuşaklar için kısa bilgi notu: ASALA, Ermeni kırımı üzerindeki sessizlik perdesini silahlı propaganga ve terör yoluyla kaldırmayı amaçlayan Ermeniler tarafından kurulmuş, 1970’ler ve ‘80’lerin ilk yarısında faaliyet göstermiş, bu yolda Türkiye dışında 30’un üzerinde Türkiye Cumhuriyeti diplomatını ve diplomat yakınını öldürmüş, son eylemini Paris Orly Havaalanı’nda bomba patlatarak birçok sivilin ölümüne neden olmuş bir örgüt.
[2] Murat Paker (2005). Türk-Ermeni meselesinin psiko-politik düğümleri. Birikim, 193-194. Ayrıca bu makale, 2007 yılında Birikim Yayınları tarafından yayımlanan Psiko-politik Yüzleşmeler başlıklı kitabımda da yer almıştır.
******
BAHÇESARAY NERESİ? (2008)
Yazı ve Fotograflar:
Ozan Onur (Murat Paker) – Burak Yağız (Erol Eroğlu)
[Gençlik ve Toplum, 8. Sayı, s. 25-29 (1984)]
Van’ın Gevaş ilçesine bağlı bir bucak merkezi. Van şehir merkezi deniz yüzeyinden 1600 m., Bahçesaray 2200 m. yükseklikte. Ancak Van’dan Bahçesaray’a giden üç saatlik yol bir ara 3500 m.lere dek tırmanıyor. Her yandan dağlar, tepeler fışkırıyor. Ne bir dağın eteğini görmek olası ne de bir vadinin. Hepsi başka bir dağın eteğiyle ya da başka bir derenin kolu ile kesiliyor. Bitki örtüsü yalnızca güdük çiçeklerden oluşuyor. Temmuz ayında yol kenarında ve dağ eteklerinde kar-buzul kitlelerini görmek olası. Bahçesaray’ın yolu yılın 8-9 ayı kapalı. Dış dünya ile bağlantı yalnızca bu yol olduğundan, insanlar ancak 9-10 saat karda dağ, tepe bizim anlayamadığımız bazı işaretleri izleyerek yolu açık olan ilk köye ulaşabiliyorlar.
Issız bir yolda 3000 metrelerde ilerlerken bir tepeyi aştığınızda, karşınıza kıldan çadırları, oraya buraya yayılmış sürüleri kocaman köpekleri ve renk renk giysileriyle esmer, ince tez hareketli göçerler çıkıyor. Fotoğraflarını çekiyoruz işaretlerle anlaşabiliyoruz.
Üç saatlik yolun sonunda dağlardan oluşmuş bir çanağın dibindeki bir avuç yeşillik görünümündeki Bahçesaray’a ulaşıyoruz. Sırası gelmişken belirtelim: Burada resmi “Bahçesaray” adı geçmiyor. İnsanların dilindeki isim: “Müküs”. Bucağın içinden, vadi boyunca oldukça soğuk bir dere akıyor. Öyle ki hiçbir ek sistem olmaksızın 2.5 kw’lık bir enerjinin üretilmesini sağlıyor. Ama türbin 9 aydır tamir olmak için Anadolu’yu il il dolaştığından, şu anda işler mum ışığında görülüyor. Zaten türbin de bozulduğundan önce birkaç aydır çalışıyormuş.
Müküs’ün tek “cadde”sinde Sümerbank satış mağazası, tekel, “Saray Oteli”, sıra sıra dükkanlar büyük jandarma karakolu var. Yolun sonu dört lojmanlı bir Sağlık Ocağı’na çıkıyor. Karakol, ocak ve arada yeni yapılan cami hariç diğer yapılar kerpiç duvarlı, toprak damlı hemen hemen hepsi tek katlı.
Yol açık olduğu sürece günde 2-3 kez Van’a minibüs bulmak olası. Ama Müküs’ün köyleriyle bağlantısı yayan veya at-katır ile.
Doğu’nun bu bölgesinde insanlarla ilişkiye geçtiğinizde, sizi ilk çarpan şey, “kültürel uçurum”. O denli yabancısınız ki, örneğin Van’da sizi turist sanabiliyorlar. “May I help you?” (Size yardım edebilir miyim?) diye yanınıza yaklaşabiliyorlar veya “kaleye buradan mı gidilir?” sorusuna “yes” diyebiliyorlar. Turistlerin oldukça fazla geldiği ve eğitimin görece iyi olduğu Van’daki “turistik” yaklaşım, Müküs’te (özellikle köylerinde) yerini ilk anda “Aydan mı geldi bunlar?” anlayışına bırakıyor. Söyleştikçe, kaynaştıkça değişebiliyor bu özellik.
Antropologlar ilk hedefiniz Müküs
Müküs, Türkiye’nin en geri bölgelerinden biri. Bu gerilik her alanda görülüyor, hissediliyor. Rahatça antropolojik bir araştırma yapabilirsiniz ve yine rahatça şu yargıya varabilirsiniz: “Milattan önce bazı uygarlıklar buradan daha ileriymiş.” Bunun abartı olmadığı görmeden anlaşılmaz, ancak bu yazıyı okudukça ‘anlamaya’ yaklaşılabilir.
Bölgede üç beş tane Ermeni kilisesi veya kilise kalıntısı var. Birkaç yerde kilise taşları yapı malzemesi olarak kullanılmış. Biz hiç Ermeni görmedik, zaten şimdi yokmuş da.
Müküs, kendisine bağlı 15-16 köyle beraber 12 bin dolaylarında bir nüfusa sahip. İnsanların –Doğu’lu olduklarından- kara kaşlı , kara gözlü, esmer tenli olmalarını bekliyorsunuz. Değil, herkes beyaz tenli. Kara kaş, kara gözlülerin yanında sarışın-açık renk gözlüler de var. Kökleri Bağdat’a dek uzanıyormuş. Askerlik yapan ve ilkokulu bitiren erkekler dışında diğer insanlarla çevirmenle anlaşabiliyoruz. İlkokul, merkezde ve üç köyde var. Kız çocukları okula gönderilmiyor. Erkeklerin de bir bölümü ilk yılları ikişer üçer yıl okuyup başarılı olamayınca okulu bırakmak zorunda kalıyorlar. Başarısızlık nedeni dil sorunu. Çocuklar önce dil öğrenmek zorundalar. Onlar için ilkokul bir tür ‘yabancı dille eğitim yapan Anadolu Lisesi’ gibi, ama ilkokul için onlar “yabancı” sayılmıyorlar. Kadınlarda okuma-yazma oranı 0’a yakınken, dil bilme oranı da % 1’den az. Türkçe bilenler ‘yabancı dil’ bilenlerin ayrıcalıklarına sahipler. Toplumsal statüleri daha bir yukarılarda diğerlerine göre. Devlet ve uzantılarıyla bağlantıyı bir tek onlar sağlayabiliyorlar en azından. Ya da şöyle de diyebiliriz: Toplumsal statüleri yüksek olanlar, dil öğrenebiliyorlar büyük ölçüde. Bu birbirine ters iki saptama da doğru, karşılıklı etkileşimde. Bu noktada kadın sorunu çıkıyor karşımıza. Kadın-erkek uçurumu çok derin. Kadınların ikinci sırada oldukları bile kuşkulu. Yabancı yanına çıkamıyorlar. Doktorla bile çok güç iletişim kurabiliyorlar. Şafi inançlarına göre kadına el değerse ‘abdest bozuluyor’. Bu yüzden kız arkadaşların elleri sıkılmıyor.
‘Dört kadına kadar mübah’
Evlenmeler 12-13 yaşında başlıyor. Çok kadın ekonomik güç istiyor. Çünkü en azından bir başlık parası 350-600 bin TL arasında (Doğal sonuç: kız kaçırma oranı yüksek). Bir muhtar tanıdık, iki karılı. Büyük hanım kırık-elli yaşlarında, küçüğü yirmi. Büyük, küçüğü yönetiyor, işleri öğretiyor tam bir anne gibi. Ama geceleri bu statünün değiştiği kesin.
Ezilmiş, üzüntülü, itilmeye, kakılmaya alışmış, kambur ve teslim olmuş tavırdaki kadınlar kesine yakın bir biçimde çocuğu olmayanlar. Gerçekte birçoğunun bu sorunlarının çözümü bir kutu antibiyotik bile olabilir. Bu kadınların gelecekleri neredeyse belli. Kocaları için yeni bir kadınla evlenmek kaçınılmaz. Eğer o da tutmazsa bir tane daha…
Sağlık sorunları oldukça önemli bir yer tutuyor Müküs’te. Hastalıkların çoğu ‘sefalet hastalıkları’. Bunları beslenme ve temizlik yetersizlikleri diye iki gruba ayırabiliriz. Hayvancılıkla uğraşan bu bölgede, hayvan ölmedikçe veya misafir gelip de kesilmedikçe et yenmiyor. Zaten hayvanlar da iyi beslenemiyor. Bu garip hayvancıkların verdikleri süt de tabii çok yetersiz. Kısaca protein gereksinmesini karşılamak olanaksız burada. Raşitik, cılız çocuklar sürüyle. Beş yaşında anne sütüyle beslenen bir çocuk gördük. O düşmüş, gevşemiş, kendini koyvermiş memelerden süt emen beş yaşında bir çocuk. Her şeyi anlatmaya bir tek bu bile yeterli. Besinlerdeki iyot azlığından, guatr oldukça yaygın bir durumda. Bölgede nedense su ne denli bolsa pislik de o denli bol. Temizlik kültürü pek gelişmemiş. Bit, pire olmayan çok şanslı. Uyuz kaşıntıları olağan artık. Sular köylerin ortasından, topraktan akıp gidiyor. Çoğu köyde ‘genel hela’ var, bir tane. Bunların da kimisi üç duvarlı (yani kapısı yok) ve altlarından bir su akıyor. Doğal olarak parazitsiz bir yaşantının olanağı yok burada. Çocuklarda karınlar şiş, ağrılı. Bunlardan başka verem, mide ve deri hastalıkları sıkça görülüyor. Ayrıca çağ dışı kötü koşulların hastalığı olan cüzzam da en çok hastasına Van ili sınırları içinde sahip. Tüm bu hastalıklara karşı merkezdeki Sağlık Ocağı çok sınırlı hizmet verebiliyor. Olanaklarının yetersizliği bir yana, sürekli doktor bulmak zor, hele yollar kapandıktan sonra acilen Van’a gitmesi gereken bir hastayı 10-15 saatte insanların çektiği kızaklarla dağlardan aşırıp yolu açık olan köye ulaştırmak hepten zor.
Merkez ve köylerinde evler taştan ve çamurdan yapılma. Duvarlar kalın, pencereler çok az. Genellikle iki kat var. Birkaç tane üç katlı ev görebildik. Damlar toprak ve düz, teras işlevi de görüyorlar. Ancak bir evde içten merdiven görebildik. Alt katta daha çok mutfak (tandır) ve ahır var. Burada ışıksız çalışılıyor. İçerisi izbe gibi. Üst kata da odalar var. Misafir odalarında yün ve sünger döşekler bir köşede üst üste duruyor. Yerler hep halı, kilim. Oturulacağı zaman alta döşekler konuyor ve bağdaş kuruluyor. Yemeklerde odanın ortasına bir örtü seriliyor. Önce tandır ekmekleri, sonra da iki üç kişiye bir tabak düşmek üzere yemekler getiriliyor. İyice yoksul köylerde ekmek, süt yumurta, peynir dışında pek bir şey ikram edilemiyor. Yemek hizmetini evin erkek çocuğu yapıyor. Sonra da kenarda oturup söze karışmıyor.
Özellikle köylerde evler taşlık, kayalık ve sarp yerlere yapılmışlar. Yani tarımın mümkün olmadığı yerlere. Ve her köy üç beş mezradan (mahalleden) oluşuyor. Mezralar arası yürüyerek birkaç saat bile sürebiliyor. İki üç hariç bütün köylere (merkez mezralara) yol gidiyor. Ancak jipin gidebildiği yollar bunlar.
Müküs bölgesinin en önemli gelir kaynağı ‘ceviz’. Bu yılki don, ürünün çoğunu yok etmiş. İkinci sırada hayvancılık var. Cılız, bakımsız, koyun, keçi ve sığırlar. Üç; arıcılık. Son birkaç yıldır hastalık yüzünden kovanların çoğu telef olmuş. Bu üç sektördeki durum önemli bir darboğazı gösteriyor. Bunlardan başka bucak merkezindeki dükkan sahipleri ayrı bir gelir grubunu oluşturuyor. Durumları göreli oldukça iyi. Bir de mevcut birkaç devlet kurumunda çalışan memurlar grubu var. Lojmansız olanlar, yıkılacak durumdaki evlere (gecekondulardan on kat kötü belki), beş bin lira kira vermek zorundalar.
Ekonomide tarım da önemli bir yer tutuyor. Ancak bölgenin bu konuda kendisine yeterliliği söz konusu değil. Örneğin dışarıdan buğday almak zorundalar. Çok çeşitli ama çok az miktarlarda ekim yapılabiliyor. Çünkü ekime elverişli toprak bulmak, pek kolay bir iş değil bu engebeli bölgede. Otuz-kırk derece eğilimli topraklar bile değerlendirilmeye çalışılsa da yetersizlik söz konusu.
Topraktaki mülkiyet ilişkileri de ilginç
On, onbeş yıl öncesine dek tüm topraklar üç aileninmiş. Kardeş çocuğu olan iki ağa ve şıh (dini lider) aileleri. Bu üç aile köylüleri çalıştırmak için kaba güçe bile başvururlarmış. Topraksız köylü de boğaz tokluğuna çalışmak zorundaymış kuşkusuz. Koşullar, insanları dışarıda, büyük merkezlerde (özellikle Adana’da) çalışmaya zorlayınca, daha değişik, daha ileri ilişkiler tanınmış. Buna koşut olarak da büyük toprak sahiplerinden talepleri artmış. Toprak, ücret istemeye başlamışlar. Bu huzursuzluklar, toprağın bir bölümünü köylünün kendi hesabına çalıştırabilmesini getirmiş. Şimdi herkesin toprağı var teorik olarak. Ama arka plan çok değişik: Örneğin ağa ailelerinin oturduğu mezra (mahalle) üç hanelik, köy merkezi kırk elli hanelik. Ağa toprağının yarısı bile, o kırk elli hanelik köyde yok. Yani sıradan köylülerin çoğunun kendi topraklarıyla geçinmeleri olanaksız. Ağa topraklarında ‘yarıcı’ olarak çalışıyorlar. Karın yarısı ağanın, yarısı onların. İnsanlar ağanın malı iken işçisi olmuşlar. Ağa eskiden istediği kadını, istediği gibi kullanırken, şimdi de ağanın karısı kadınların başı konumunda.
Müteahhit Ağa
Ağa artık kışları Van’da oturuyor, yazları buraya geliyor. Koşulların değişimi, Ağa’nın uğraşlarında da değişikliğe yol açmış. Müküs bölgesindeki tüm devlet inşaat ihalelerini Ağa alıyor. İlkokul, cami ne varsa. Müteahhitlik, yeni ve karlı iş alanı. Sorduk: “Neden tüm ihaleleri o alıyor” diye. “Onun dışında biri burada çalıştıracak işçi, kullanacak malzeme bulamaz, hiçbir yardım göremez” dediler.
Toprak konusundaki anlaşmazlıklar yüzünden ağayla mahkemelik olan köylüler bile varmış artık. Ağa, toprakları “söz” ile satmış. Ama gün gelmiş, sattığı yerler için “benim” demiş. Köylünün elinde tapu yok, tek umut mahkeme.
Başka bir çekişme de göçerlerle yerleşikler arasında. Hayvan ve otlak anlaşmazlıkları yüzünden bazen şiddetli çarpışmalara dek varabilen bir çekişme bu.
Ekonomideki gerilik ve kısırlık özellikle gençleri (erkekler tabii) dışarıda çalışmaya itiyor. Türkiye’nin nasıl işçi dövizlerine gereksinimi varsa, Müküs bölgesinin de dışarıdan para desteğine gereksinimi var. Gençler, Van, İzmit, Zonguldak, İstanbul ve Adana’ya çalışmaya gidiyorlar.. Genellikle Van’da tarım işçiliği, diğerlerinde inşaat işçiliği yapıyorlar. Böylece yolların kapalı olduğu 8 aylık dönemde bir gelir kaynağı yaratılmış oluyor. Çünkü insanlar kışın (sekiz aylık bir kış bu), karın altında yaşıyorlar, evde oturuyorlar, komşuya ve camiye gidebiliyorlar.
Bilimin pek ulaşamadığı bu bölgede din tüm ağırlığını hissettiriyor. Merkezde bildiğimiz camilere benzer bir cami yaptırılırken, köylerde bu işe kerpiç bir oda ayrılmış. Ezan damdan okunuyor. İnsanlar, ‘şafi’ mezhebi üyesiler. Köylerden birinde ‘şıh’ var. Bir tür dinsel lider demek. Şıhlık babadan oğla geçiyor. Şimdiki şıhın dedesi tam bir din adamıymış. Dünya işinde gözü yokmuş. Tüm çevre halkı onu sayarmış. Bu saygı, el-etek öpmekten, tüm işlerini görmeye, sürekli hediyeler getirmeye dek uzanıyor. Bu dedenin oğlu, yani şimdiki Şıh’ın babası okumuş, nedense dindarlığı azalmış. Köylüler başlamışlar ayrılmaya. Şimdiki şıh ise dine o kadar önem vermiyormuş (o da okumuş-etmiş çünkü). Ailesi dini kurallara pek uymamış. (Bu ‘önem vermeme/uymama’, Müküs ölçülerine göre. Yoksa adamlar bizim yanımızda peygamber gibi). Bu nedenlerle kendi köyü dışında dini lider olarak sayılmıyor Şıh. Artık yörede ekonomik gücü önemli. Çünkü üç kuşak boyunca şıhlar dinden ne kadar uzaklaşmışlarsa, onun beş-on katı mal-mülk edinmeye yaklaşmışlar. Müküs’ün en zengin üç ailesinden biri Şıh ailesi şimdi.
Parti yerine adam
Yörenin politik yaşamında en etkili iki öğe: Din ve üç zengin aile (2 Ağa-1 Şıh). Van Belediye Başkanlığı’nı Refah Partisi’nin kazanması, Ağa’nın kardeşinin ANAP’tan il encümen azalığına seçilmesi rastlantı değil. Eski Müküs Muhtarı olan bu zat, Ağa’nın ve Şıh’ın köylere “Aman yüzümüzü kara çıkarmayın” demeleri üzerine çok büyük bir farkla seçiliyor. Ama bu, olayın yalnızca bir yüzü. İnsanlar böylesine sürüler gibi güdülmüyor. O yöreden birinin seçilmesi, hangi partiden seçileceğinden daha önemli. Hizmet gereksinmesi böyle bir durum yaratıyor. İnsanlar, ancak kendi çevrelerinden birinin en çok hizmeti bölgeye getirebileceğinin bilincindeler. Bu birileri de şimdilik Ağa-Şıh çevresinden olabiliyor. Genel ülke politikası, dış politika pek ilgilendirmiyor onları. İlkokul, elektrik, yol, beslenme, sağlık, barınma gibi temel gereksinimler gündemin hep başında çünkü. Örneğin eski Müküs Muhtarı’nın il encümenine seçilmesi yöre için bir avantaj. Parti önemli değil, adam önemli. Bu temel hizmetleri her parti kabul ediyor çünkü.
Bağnazlığa karşı birkaç genç
Bunlardan başka, yeniliklere, değer yargılarının, geleneklerin değişmesine ve değiştirilmesine karşı bir direnç de söz konusu. Dinden, İslam’dan kaynaklanan bir direnç bu. Burada da gençler değiştirici, dönüştürücü bir işlev üstlenmek zorundalar. Tanıdığımız birkaç genç, karşılarındaki en büyük engelin dinsel bağnazlık olduğunu belirtiyorlar. Örneğin evlerinde kadınlarla erkeklerin bir arada yemek yemelerinin sağlanması için uzun yıllar tartışmak gerekmiş. Ekonomik kalkınma için kooperatifleşmeyi önerdiklerinde ‘komünist’ diye saldırılmış. Onlar da temel hizmetler düzeyinde ‘Ağa-Bey ilericiliğini’ destekliyorlar. Okulu olmayan, gazete-dergi gelmeyen, kitap bulunmayan bir yerde hiçbir şeyin yapılamayacağının farkındalar. En büyük sorunları bu kültürel boşluk. Müküs’e birkaç tane abone ‘Türkiye’ gazetesinden başka yayın organı gelmiyor. Şıh ailesinin ‘Türkiye’ gazetesiyle de organik bağı varmış.
Yalıtkanlığın Erimesi
Müküs, çok yavaş da olsa yalıtkanlığını yitiriyor zamanla. Gerçi hala elektrik yok, müzik büyük ölçüde söze dayalı, melodi yok gibi, çocuklar hiç şarkı bilmiyorlar, insanların çoğunun nüfus kağıdı yok. Belki de en ilginci; insanların yaşlarını ve kimilerinin çocuklarının sayısını bilmemeleri. Yaş hiç gerekmiyor Müküs’te. Bir tek askere giderken hatırlanıyor. Çocuk sayısına gelince:
Biz: “Amca, kaç çocuğun var?”
Amca: “Dört-beş tane var herhal”.
Yanındaki: “Olur mu canım, sekiz tane var”.
Amca sayıyor ve: “Yok, yedi taneymiş”.
Yanındaki bir daha: “sekiz olması lazım”.
Amca ikinci kez sayıyor: “Ha evet, sekizmiş”.
İnsan olmanın fazla bir anlam taşımadığı bu yerde, yeterli parası olabilen göçüyor. Kuvvetli bir göç isteği gözleniyor.
Sonuç
Kültürün bir tanımı da şöyledir: “İnsanın, ilkel doğanın karşısına kendi gereksinimlerine göre koyduğu insansal doğa”. İnsan kendi üretimiyle değiştirerek yeniden ve kendisine göre yaptığı yepyeni doğayı oluşturur. Müküs bölgesinde doğanın ‘muhteşem’ direnci, buna ve diğer bazı öğelere bağlı olan kültürel gelenek eksikliği, insanların (dolayısıyla bölgenin) uygarlaşabilmelerini engelliyor. Bu engellerin varolan koşullar sürdükçe kendiliklerinden kırılmaları da olanaksız. Müküs ve benzeri bölgeler, acil temel hizmet bekliyor.
***