Yüzleşmeden Açılan Boğulabilir!
Son haftalarda Türkiye’nin epeyce yüklü siyasi gündemine “Kürt açılımı” da girdi. Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan ve hükümet üyelerine, Kürt siyasetinin temsilcilerinden diğer siyasi partilere ve medya yorumcularına kadar epeyce geniş bir yelpaze bu konuyu konuşmaya başladı. CHP ve MHP gibi Kürtlerle ilgili herhangi bir açılıma oldukça mesafeli duranlar ya da bildik “bölücülük” ezberi üzerinden bakanlar dışında yine epeyce geniş bir yelpazede oldukça iyimser bir hava hakim. Verilen izlenim, sanki bu sefer koşulların çok farklı olduğu ve önümüzde kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğu yolunda. Bir yandan hükümet bir yandan da Öcalan ellerini açmaya hazırlanıyorlar. Türkiye’nin bir çok açıdan en önemli meselesi olan Kürt meselesinde böylesi iyimser bir havanın olması bir yanıyla sevindirici olmakla birlikte, meselenin ele alınış çapı ve derinliği şimdilik çok fazla umutlu olmamıza imkan vermiyor. Hükümetin olgunlaştırmaya çalıştığı biçimiyle “Kürt açılımı”nın temel bir eksiklik nedeniyle olumsuz bir şekilde sonuçlanma ve hatta umduğunun tersi sonuçlar yaratma riski az değil.
AKP hükümetinin ürkek ve yetersiz de olsa, Kürt meselesinde daha önceki hükümetlerden daha fazla iş yaptığını, TRT-Şeş gibi sembolik önemi büyük bazı anlamlı adımlar attığını biliyoruz. Bu adımlar, daha önce laf düzeyinde “Kürt realitesini tanıyan” ama somut hiç bir adım atmayan Demirel, Baykal, Yılmaz gibi siyasetçilerle kıyaslandığında, AKP hükümetinin elini güçlendiriyor. Daha da önemlisi, günümüzde yaşadığımız haliyle Kürt meselesinin önemli alt-başlıklarından biri olan Ergenekon tarzı yapılanmaların yargı sürecine intikal etmiş olması yine AKP’nin hareket kaabiliyetini arttırıyor. Bu rüzgarları arkasında hisseden AKP, güçlü sosyo-psikolojik temelleri olan Kürt meselesinin askeri yöntemlerle çözülemeyeceği her zaman belli olmasına rağmen bu hakikatın daha yeni yeni geniş kesimler tarafından benimsenebileceğini hesaplayarak, bir yandan ABD ve Irak ile PKK’nın silahsızlandırılması için görüşmeler yapıyor, bir yandan da Kürtler için bir takım siyasi reformları formüle etmeye çalışıyor. Bu reformlar arasında Kürtçe özel TV’lere izin verilmesi, Kürtçe yer isimlerinin iade edilmesi, üniversitelerde Kürt dili bölümleri, belki okullarda Kürtçe eğitimde henüz içeriğini bilmediğimiz bir açılım, geridönüş/af benzeri bir yasa önerisi ön plana çıkıyor. Eğer yapılabilirse, bunların hepsi gayet önemli ve değerli reformlar olacaktır, ancak bu tür reformlar Kürt meselesiyle yüzleşilmeden, “bir kaç hak verelim de sussunlar” tarzı, kuru ve yüzeysel bir pragmatizmle yapılırsa, korkarım varacağımız nokta toplumsal barış değil, kutuplaşmanın daha da keskinleşmesi olabilir.
Kendini Türk olarak gören, Türk Milli Eğitim sisteminin ve medyasının tedrisatından geçmiş, dolayısıyla en azından sıradan milliyetçilik formasyonu epeyce pekişmiş ve eleştirel düşünce kapasitesi köreltilmiş, bu ülkenin çoğunluğunu oluşturan ortalama bir vatandaş, AKP’nin “Kürt açılımı” konusunda ne düşünür, ne hisseder? “Yahu madem bu reformlar yapılabiliyormuş, o zaman bu 40 bin insan niye öldü, onlar ölmeden yapsanız daha iyi olmaz mıydı?” diye sormaz mı? “Peki niye bize 80 yıl boyunca Kürtler ve Kürtçe yoktur dediniz, yalan mı söylediniz?” demez mi? Bu reformlara ses çıkarmayacaksa da sadece “can ve mal kaybı dursun” diye, kerhen sessiz kalmaz mı? Bu kerhen sessizlik, aynı zamanda Kürtlere yönelik her an patlamaya hazır bir hınç artışıyla birlikte gitmez mi? Bu yapaylık, Kürtler tarafından hissedilmez mi?
Bu tür reformların başarısı, Kürtleri ne kadar memnun ettiğiyle birlikte, bu ülkenin çoğunluğunu oluşturan Türklerin bu reformları ne denli sahiden sahiplenmesi ve sindirmesi üzerinden ölçülecektir. Türkiye’nin mevcut sosyo-politik ikliminde ise ortalama bir Türkün bu tür reformları sahiden sahiplenmesi ve sindirmesi için uygun mecralar yoktur. Türkiye Kürt meselesiyle gereği gibi yüzleşmemiştir ve “Kürt açılımı”nı bile yüzleşmeden yapmaya çalışmaktadır. Oysa Türkiye’de yaşayan herkesin Kürt meselesinin kökünde yer alan Kürt memnuniyetsizliğinin nedenlerini, tarihçesini ve yapılan yanlışların sorumlularını bilmeye hakkı vardır. Bu bilgi toplumsallaştırılmadıkça ve resmi düzeyde kabul edilmedikçe, bu reformları sahiplenip sindirebilecek geniş bir toplumsal zemin oluşamayacaktır. Çünkü bu ülkede onlarca nesil, başka bir çok konuda olduğu gibi Kürt meselesinde de açık resmi yalanlarla yetiştirilmiştir, zihinsel/duygusal şekillenmeleri bu yalanlar üzerine kuruludur. O yüzden birilerinin yine resmi düzeyde şimdi ortaya çıkıp samimi bir şekilde “evet bu konuda şimdiye kadar şu şu yalanlar söylenmiştir, şu tür inkarlar ve zulümler yapılmıştır, bunların sorumluluları şunlardır ve bu uygulamalardan dolayı eziyet çeken bütün insanlardan devlet adına özür diliyoruz” demesi gerekmektedir. Unutmayalım, herhangi bir bedel ödemek zorunda kalmadan rahatça “Kürt” ve “Kürtçe” diyebilmemiz bile son 10-20 yıl içinde gerçekleşmiştir.
Barış, genel olarak iki düzeyde tanımlanır. Açık şiddetin yokluğu negatif barıştır. Açık şiddetin giderilmesi çok önemli ve gereklidir, ancak barışa ulaşmak için yeterli değildir. Çünkü açık şiddete gebe olan zeminde yapısal eşitsizlikler, sembolik şiddet ve ayrımcılık üzerinde yürüyen toplumsal adaletsizlik sürüyorsa barışa ulaşamamışız demektir. Toplumsal adaletin varlığı pozitif barıştır. Dolayısıyla, Kürt meselesinde de sadece açık şiddetin sona ermesiyle ya da açık şiddet sona ersin diye bir kaç hak açılımıyla yetinemeyiz. Meselenin toplumsal adalet ve hakikat boyutlarını çok ciddiye almak zorundayız.
Bu amaçla, Kürt meselesinin çözümü yolunda sözü edilen reformlara sağlam bir temel teşkil etmesi ve Türkiye’de yaşayan insanların bu meseleye dair bilgili ve empatik özneler haline gelebilmesi için örneğin aşağıdaki adımların acilen atılması gerekmektedir:
- TBMM’in Cumhuriyet’in başından beri Kürt meselesinin oluşum nedenleri, uygulanan inkar, baskı ve zulüm politikaları üzerine, bu politikaların sorumlularını da işaret eden bir hakikat komisyonu kurması ve bu komisyonun nihai raporunu değerlendirip bir meclis kararı ile resmiyet kazandırması. Bu sürecin değişik toplumsal kesimler tarafından beslenmesi ve olabildiğince toplumsallaştırılması.
- Yine TBMM’in özel olarak 12 Eylül 1980’den beri Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerini ön plana alması, sorumluların yargı sürecine taşınabilmesi için engelleri kaldırması ve örneğin 1980-84 döneminde bir tür zulüm kampı gibi işlev görmüş olan Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları ortaya sermek için yine özel bir hakikat komisyonu kurması.
Bu iki adımın gerçekleştirilmesi ve ortaya çıkacak sonuçların toplumsallaştırılması, herhangi bir Kürt açılımının boğulmadan ilerleyebilmesi için kaçınılmaz görünmektedir.
[Bu yazı ilk olarak Radikal İki’de yayınlanmıştır]