Özür Ruhun Gıdasıdır (Söyleşi – Tuğba Tekerek)
İnsan psikolojisinde özür dileme neye tekâbül eder?
Her şeyden önce belirli bir duygusal olgunlaşma düzeyine tekabül eder. Burada samimi, sahici özürden bahsediyoruz.
Kimler özür dilemekte zorlanır?
Burada en kritik nokta, ötekini bizden ayrı bir varlık olarak, duyguları, düşünceleri, pozisyonları olan bir varlık olarak ve bizim hareketlerimiz ya da hareketsizliklerimiz nedeniyle negatif olarak etkilenebilecek bir ayrı özne olarak kabul edilebilmesidir. Bu olgunlaşma düzeyine varamayan insanlar ya da gruplar, pek kolay ve sahici bir şekilde özür dileyemezler çünkü ben-öteki ayrmı onlarda pek gerçekleşmemiştir. Diğerlerini kendilerinin uzantısı olarak gören kişilerde ya da gruplarda özür dileme edimi lüzumsuz, akla hayale bile gelmeyecek bir edimdir. Ya da özür dilemeyi çok sert bir ast-üst ilişkisi içinde gördükleri için özür dileyenin özür dilenenin tamamen hakimiyeti altına gireceğini düşündükleri için böyle bir ilişkiye girmezler.
“Öldürmedik” Diyen Yok
Ermenileri de şu anda bizim uzantımız olarak gördüğümüz için mi özür dilemiyoruz?
Şu andaki pozisyonu, ‘Siz bize ihanet ettiniz, arkamızdan hançerlediniz, biz de sizi cezalandırdık’ diye özetleyebiliriz. Kimse, ‘Hiçbirşey olmadı’ demiyor ya da ‘Biz öldürmedik’ demiyor, ‘Haketmiştiniz’e geliyor iş. Burdaki öteki konumu, düşman – öteki. Biz – onlar ayrımı o kadar sert ki, öteki o kadar uzakta ki, o kadar aşağı ve düşman konumda ki biz onların da acı çekebilen ayrı özneler olduklarını hissedemiyoruz. Onlar kendilerine ne yapılsa müstahak konumda, insanaltı konumda, çünkü kıyım yapabilmek için katliam yapabilmek için karşınızdakini öyle bir konuma sokmanız gerekir ki içiniz titremeden yapabilesiniz bunu. Şimdiki gerilim daha eşit özneler arası bir konuma çekebilmek bu meseleyi ve buna karşı gösterilen direnç. Ermenilerin de bu olaylardan dolayı acı çektiklerini hissedebilir hale gelmek…
Demin ‘gruplar’ın da özür dileyebileceğini söylediniz. ‘Ermenilerden özür diliyoruz’ kampanyasına karşı kimi ‘Grup adına özür dilenir mi?’ diyor, kimi ‘Ben vurdumduymazlarla aynı gruptan değilim, şimdiye kadar onların acısının tanınması için elimden geleni yaptım’ diyor. Bunlarla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?
Bir kere bu bildirgede bir grup adına özür dilenmiyor. Bu bildirge kendi adına özür dileyen bireylerin imzaladığı birşey. Dolayısıyla, ‘Grup adına özür dilenir mi, ne hakkınız var’ eleştirileri boşlukta kalıyor. Özür diliyorum bildigesine imza atanların hepsi tek bir motivasyonla imza atmıyor. Ortak olan şey, 1915’te yaşananlara yönelik bu vurdumduymazlığa, inkar politikasına yönelik bir tepki. Ama özür kısmı herkes için biraz farklı olabilir. Kimimiz bu işe geç aydığımız için özür dileyebiliriz, kimimiz doğrudan ya da dolaylı nemalandığımız için özür dileyebiliriz.
Sizin özür dileme motivasyonunuz ne?
Ben iki açıdan özür dilenebileceğini düşündüm. Bir kere kolektif bir sorumluluk var; duyarsızlık ve inkâr meselesi, geç ayma konusunda kollektif bir sorumluluk var. İkincisi bence bildirgenin en önemli kazancı, yakın ve uzak tarihte bu tür beter olaylar, kara sayfalar için özür dilenebilir olduğunun, böyle bir ihtimal olduğunun pedagojik olarak gösterilmesidir diye düşünüyorum. Özür dileme gibi bir ihtimal vardır. Bu ihtimal, Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunda tahayyül bile edilemeyen birşeydi, ihtimal değildi, bu bildirgeye kadar… Özür dilenebilmesi bir olgunluktur, saygıdeğer birşeydir. Bu ihtimalin biraz daha konuşulması, kök salması anlamında ben özellikle önemsiyorum bu bildirgeyi…
Gökhan Özgün’ün Taraf’ta Türk ve Batı toplumlarında özür dilemenin anlamları üzerine bir yazısı çıktı. Özür dilemenin batıdaki karşılığının ‘I am sorry’ (üzgünüm) olduğu ve bir duygudaşlık ifade ettiği, Türkiye’de ise bunun daha çok ast-üst ilişkisi içinde görüldüğüne dair…
Bence bu konuda basında çıkmış en iyi yazılardan biri Gökhan Özgün’ün yazısıydı zira çok kritik bir noktaya değiniyordu. Ben de aynı fikirdeyim. Güç ilişkilerinin, ast- üst ilişkilerinin daha ön planda olduğu, daha hiyerarşik toplumlarda özür dilemek kişinin kendini özür dilediği kişiye teslim etmesi gibi görülüyor.
Türkiye toplumu da özür dileme özürlü bir toplumdur aslında. Yakın zamanlara kadar resmi düzeyde kimse herhangi bir şey için özür dilememiştir. Bunun yegâne istisnası Engin Çeber’in katliamından, işkenceyle öldürülmesinden sonra Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in özür dilemesidir. İlk olmuştur bu. Hâlbuki, Türkiye’de milyonlarca insan işkenceden geçmiştir, binlercesi öldürülmüştür, binlerce faili meçhul olmuştur. Bunların önemli bir kısmının sorumlusu devlet görevlileridir. Şimdiye kadar kimse çıkıp özür dilememiştir. Mahkemede mahkûm olmuştur, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkûm olmuştur, tazminat ödemiştir ama özür dilememiştir.
“25 bin İmza Herkesi Şaşırttı”
Kampanyaya bu tepkileri bekliyor muydunuz?
Bekliyordum. Ben bu kadar kısa sürede 25 bin imzayı beklemiyordum. Üstelik bu sayının artacağı da açık. Milliyetçi, hamasi tepkiler hep olan tepkilerdi. Bu sefer belki biraz daha şiddetli oldu. Devletin bütün kademelerinde çok rahatsız oldular. O da işin çapıyla ilgili. 25 bin imzayı onlar da beklemiyordu. Bu, tansiyonu bayağı bir yükseltti.
Milliyetçi tepkileri psikolojik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Koca koca büyükelçiler, emekli bakanlar, milletvekilleri çıkıp gayet heyacanlı ve tedirgin bir şekilde, ‘Bakın işte 15 bin kişi imzaladı, ama öbür dilekçeyi de 30 bin kişi imzaladı’ gibi laflarla kendilerini rahatlatmaya çalışıyorlar. Sanki bildiriyi hazırlayanlar kendilerinin ufak bir azınlık olduğunu bilmiyormuş gibi, ‘Biz kesmedik onlar kesti’ ya da ‘Önce onlar kesti, sonra biz kestik’ diyenlerin büyük çoğunluk olduğunu bilmiyormuşuz gibi. İlginç olan, bu devlet büyüklerinin, bu kadar tedirgin olmaları. Bu da bildirgenin umulanın ötesinde etki yarattığını gösteriyor. Psikanalizden, psikoterapiden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz. Terapide danışan/hasta ne kadar tepki gösteriyorsa, orada o kadar önemli bir meseleye temas etmişsiniz demektir. Bu da böyle birşeydir. Burada da çok önemli, çok sahici bir meseleye parmak basıldığı için bu kadar yaygara kopuyor.”
Önce Toplumlar Yakınlaşmalı
“Özür dileme girişiminin Türk-Ermeni yakınlaşmasına sekte vuracağı söyleniyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Türk-Ermeni yakınlaşmasından ne anladığımıza bağlı olarak değişir bu sorunun cevabı. Ben kesinlikle iki devlet arasındaki pazarlıklar üzerinden gidilecek bir çözümün hele şu noktada çok anlamlı, kalıcı ve samimi olacağını düşünmüyorum. Türk-Ermeni düğümünün çözülme-sindeki kritik meselenin, her iki toplumun birbirlerini ve kendilerini daha iyi tanımaları, konuşmaya başlamaları olduğunu düşünüyorum. Ancak böyle uzun bir süreç içinde devletler devreye girip resmi adımlar atarlarsa, bu samimi ve kalıcı bir çözüm olabilir. Yoksa şu noktada ‘Sen bana üç ver, ben sana beş vereyim’, ‘Sen şunu unut, ben bunu yapayım’ tarzı bir halleşmenin gerçek samimi bir halleşme olacağını düşünmüyorum. Dolayısıyla devletin yaptığı pazarlıklar düzeyinde bir zorluk yaratır mı yaratmaz mı bilmiyorum, çok önemsemiyorum da. Toplumların yakınlaşması, konuşması çok daha önemli.”
Yenildiğimizi Kabul Etmemiz Lazım
“Türkiye’nin temel travması nedir?
Türkiye’deki egemen politik kültürün ana ekseni Osmanlı’nın çöküş travması üzerine bina edildi, bunun çok belirleyici bir etkisi oldu. Çok büyük bir imparatorluk, o zamanki dünya sisteminde bir süper devlet, 100 yıl gibi kısa bir sürede gücünün, toprak büyüklüğünün, nüfusunun, ekonomisinin yüzde 90’ını kaybetti. Travmatik kayıplarla, yüzyıl içinde çöktü.1915, bu çöküş sürecinde gerçekleşen abartılı tepkilerin, kara sayfaların en önde gelenidir. Bu kaygının, paranoyakça olduğunu söyleyemeyiz. Çöküş gibi bir tehlike vardı, yaşanıyordu. Ama 80 – 90 yıl sonra bu kaygının hâlâ sürüyor olması çok hezeyanlı bir durum.
Siz bu noktada bir de ‘tutulamamış yas’tan söz ediyorsunuz. Bu çöküşün yası nasıl tutulabilir?
Yas tutabilmek için ne olup, bittiğini iyi bilmek gerek. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemi Türkiye’de pek bilinmez. Lise kitaplarına bakarsanız çöküş dönemi hiçbir tarihsel perspektif sunmadan geçiştirilen, ‘sefahat peşinde koşan padişahlar’ ya da ‘dış güçlerin oyunları’yla falan açıklanır. Sahiden niye Osmanlı’nın çöktüğünü biz bilmeyiz: Çünkü o, konuşulmasına, anlaşılmasına duygusal olarak çok dayanılamayan bir dönem…
Şu anda normal bir tarihmiş gibi bir ilişki kuramıyoruz, Osmanlı’nın çöküş dönemiyle. Anormal, bize büyük haksızlıkların yapıldığı bir tarih algısı var.
‘Türkler, Müslümanlar çok mağdurlar’, tabii ki bir sürü mağduriyet var ama büyük bir kumpasın sonucunda ve hâlâ sürdürülen kumpasın sonucunda olmuş bitmiş şeyler değil bunlar. Bunları anladıkça, bu yas tutulmuş olacak zaten. Yas dediğimiz süreç, sindirme süreci. Osmanlı’nın tarihsel koşullar gereği yenildiğinin anlaşılması, sindirilmesi, kabul edilmesi süreci.
Orijinal yayın: Taraf, 31.12.2008