Kadim bir ABD-İsrail Sorusu: ‘Neden Bizden Bu Kadar Nefret Ediyorlar ki?’
11 Eylül 2001 saldırılarından sonraki gün CNN yayınına çıkan New York’lu bir genç kadın şok içinde ‘neden bizden bu kadar nefret ediyorlar ki?’ diye soruyordu. Yine müteaddit intihar saldırısından sonra birçok İsraillinin benzer soruları sorduğuna şahit olduk. Bu öfke, bu gözü dönmüşlük, bu kendini bile isteye ölüme atma ve bunlara eşlik eden bu nefret nereden çıkıyordu, nasıl olabiliyordu? Öleceklerini bile bile düşman bellediklerine bir miktar zarar vermek adına davranan bu insanlar deli miydi, yoksa beyinleri yıkanmış robotlar mıydı? Aklı başında birileri böyle işler yapabilir miydi?
En baştan ve kestirmeden söyleyelim: Yukarıdaki soruları kabaca iki ayrı düzeyde sorabilir ve cevap arayabiliriz. Bireysel düzeyde baktığımızda, örneğin bir intihar eylemcisini alıp onun ayrıntılı psikolojik analizini yapıp kimi sonuçlara varabiliriz. Kimi intihar eylemcilerinde ‘delilik’ ya da ‘beyin yıkama’ gibi bulgularla da karşılaşabiliriz. Meseleyi bu düzeyde kapatmaya çalışırsak, aslında politik olan bir fenomeni bireysel psikolojiye indirgemiş ve kendimizi kandırmaktan başka hiçbir şey yapmamış oluruz. Çünkü bireysel düzeyle yetinen açıklamalar, kimi insanların ‘delirmesine’ ya da beyinlerinin kolayca yıkanabilir hale gelmesine olanak sağlayan ya da yol açan sosyo-politik bağlamı saklama işlevi görür. Bireye, kendi başına, içinde yaşadığı/şekillendiği sosyo-politik bağlamdan kopuk bir şekilde ontolojik değer atfeder.
Meseleyi varsayımsal bir örnekle somutlamaya çalışalım: Diyelim ki bugün Filistin’de ayda 30 insan (çoğu ergen) intihar eylemcisi olmaya karar veriyor. Yine hadi diyelim ki bu insanları tek tek ayrıntılı inceleme imkânımız oldu ve tümünde ‘delilik’ ya da ‘beyin yıkanmışlık’ saptadık.[1] Önümüzdeki soru şudur: Bu 30 insanın kaç tanesi, on yıllardır süren İsrail işgali ve zulmü olmasaydı intihar eylemcisi olmaya karar vereceklerdi? O durumda bunların kaç tanesinde ‘delilik’ ya da ‘beyin yıkanmışlık’ saptayabilecektik? Bu soruların cevapları muamma değil. Görmek, anlamak isteyen herkes bu cevapları biliyor. Asıl ilginç olan soru bu cevapları görmek, anlamak istemeyenlerin neden böyle davrandıkları. Bu soruyu ele almayı başka bir yazıya bırakarak, son haftalarda Irak, Filistin ve ABD’de yaşanan bazı gelişmeler ışığında o New York’lu genç kızın ya da bir sürü İsraillinin sorduğu soruya cevap arayalım: Neden ABD ve İsrail’den bu kadar çok nefret ediliyor?
ABD ve İsrail’e yönelik nefretin çaresizlik/aşağılanmışlık yumağından geçerek nasıl intihar eylemlerini mümkün kılabildiğini 11 Eylül’den hemen sonra yazdığım bir yazıda ele almıştım.[2] Kısaca yeniden değinirsek; uzun süreli badireler atlatmış, baskı altına alınmış, bir çok kayıp vermiş, bu yüzden derinlemesine örselenmiş ve aşağılanmış insan toplulukları, bu baskının şu ya da bu düzeyde adil bir şekilde biteceğine dair umutlarını yitirmeye başladıklarında, durumlarını düzeltecek çareler bulamadıklarında, iliklerine kadar bir yok olma kaygısı yaşamakta, bu kaygı yüzünden ölüm-kalım modunda dünyayı mutlak ak-mutlak kara (ya da mutlak iyi-mutlak kötü ya da mutlak dost-mutlak düşman) karşıtlıkları ekseninde algılamaya başlamaktadırlar. Bu tür bir algılama, bu topluluklardan daha çok sayıda insanın kıyıcı/yıkıcı eylemlere girişmeleri için uygun zemini sunmaktadır.[3] Bu algılamada hem kendi grubunu hem de düşman olarak görülen karşıt grubu, bu grupların tüm iç çeşitliliklerini göz ardı ederek, yekpare bir bütün olarak görmek esastır. Bizim grubumuz mutlak iyidir, iyi olmak zorundadır, o yüzden çatlak seslere tahammül gösterilemez, öyleleri ‘iç düşman’ ya da ‘hain’ olarak etiketlenir. Düşman grup ise toptan mutlak kötüdür, aralarında iyiler olamaz, o yüzden ayrımsız bir şiddeti hak etmişlerdir. Bu algılamanın daha esnek versiyonlarında, karşı taraftan herkes mutlak kötü olmasa da iyi de değildir ve böylelerinin vurulması/kayba uğraması ‘arızi hasar’ (collateral damage) diye tanımlanır. Bush ve Bin Laden’in demeçlerinde temel bir ortak nokta vardır: Bu savaş, iyi (ya da Tanrı) ile kötünün (ya da Şeytan’ın) savaşıdır.
Bu yukarıda kısaca özetlediğim mutlak ak-kara algılamasına dayalı sosyo-psikolojik mekanizmanın harekete geçmesi ve politik sonuçlar üretmesi için gerekli ilk koşul daha önce belirtildiği gibi mevcut duruma dair aşağılanma, çaresizlik, umutsuzluk algısıdır. Bu algı, bir uçta hayali (fantazmik) bir uçta da gerçek olayların değerlendirmesine dayalı bir eksenden tetiklenir. Örneğin Türkiye’de gerçek bir bölünme tehlikesi yok iken ‘AB bizi bölmek istiyor’ diye politika yapmak, gerçek olayların gerçekçi bir değerlendirmesine değil de geçmiş travmaların sanki şimdi oluyormuş gibi yeniden yaşantılanmasına dayandığı için bir tür paranoyadır. Ancak örneğin Filistin’de birileri çıkıp da ‘bizi yok etmek istiyorlar’ dediğinde fantezi temelli bir değerlendirme yapmış olmayacaktır. Filistin’de on yıllardır süren ve bugün-şimdi artarak süren gerçek bir durum vardır. Gerçek durumların gerçekçi bir analizine dayanan yok olma kaygısı, fantezi temelli kaygıya göre çok daha güçlü ve dirençli bir şekilde mutlak ak-kara algılamasına yol açar.
Bu çerçeveden hareketle, son haftalarda Irak ve Filistin’de gözlemlediğimiz ABD ve İsrail imzalı bazı gelişmelerin, Filistin, Irak ve giderek bütün Arap ve Müslüman coğrafyasında şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla aşağılanma, çaresizlik ve umutsuzluk duygularına yol açacağını, bu duyguların da bu topluluklara üye çok daha fazla sayıda insanın ABD ve İsrail’e karşı daha çok nefretle bilenerek ayrımsız kör şiddete yönelmesine yol açacağını iddia edeceğim.
Irak
Son haftalarda Irak’ta işgale karşı yükselişe geçen direniş ve bunun beraberinde getirdiği şiddet dalgası ABD ve yardakçılarının hesaplarını şimdilik tamamen bozmasa bile oldukça sarsmış görünüyor. Zaten bu son şiddet dalgasına gelene kadar, son bir yıl içinde, Bush ve yardakçılarının Irak’a saldırmayı ve işgal etmeyi meşru göstermek için ileri sürdükleri gerekçelerin hepsinin yalan, savaşa karşı çıkanların öne sürdüğü bütün argümanların doğru ve haklı olduğu ortaya çıkmıştı. Irak’ta ne kitle imha silahları vardı ne de El-Kaide bağlantısı. Bunlar bilinmeyen, söylenmeyen şeyler değildi ama, 11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen New York’taki İkiz Kuleler ve Washington, DC’deki Pentagon saldırılarından sonra oluşan iklimde, Bush yönetiminin yüzüne gözüne bulaştırarak da olsa kullanabildiği, kısmi de olsa verim alabildiği gerekçelerdi bunlar. Bu geçen bir yıl içerisinde ne kitle imha silahı bulunabildi ne de El-Kaide bağlantısı.[4] Üstelik o kadar uygun koşullara rağmen uyduruk kanıtlar bile icat edilemedi. Elde kala kala ‘Irak’ı diktatöründen kurtarmak’ ve ‘Irak’a demokrasi götürmek’ gibi gerekçeler kalmıştı. Savaş karşıtı hareketin yine başından beri vurguladığı gibi ABD’nin derdi ‘demokrasi götürmek’ değil, kendi çıkarlarına uygun bir şekilde yeni bir devlet/toplum/bölge tasarımını gerçekleştirmekti. Bir yıllık işgal süresince gözlenen uygulamalar ve tasarruflar, büyük çoğunluğu Saddam’dan kurtuldukları için memnun olan Iraklıları bile canından bezdirip isyan noktasına getirdi. ABD yönetiminin, saldırı öncesi ve sırasında iddia ettiği gibi ‘bizi çiçeklerle karşılayacaklar’ durumunun söz konusu olmadığı ayan beyan ortaya çıktı. İşgalin bugünkü aşamasında ‘Irak’ta demokrasiyi kim, kimler için kuracak?’ isimli oyunun bir ara sahnesini seyrediyoruz.
Bunlara ek olarak yine son haftalarda ABD Kongresi’ndeki araştırma komisyonunun görüşmelerinden görüldü ki, Bush yönetimi, 11 Eylül 2001 saldırılarından en az birkaç ay önce muhtemel El-Kaide saldırıları konusunda (zaman, yer ve eylem tarzı konusunda pek ayrıntıya girmeden de olsa) istihbarat birimlerince uyarılmış olmasına rağmen bu konuda hiçbir şey yapmamıştı. Yine bu görüşmelerden anlaşıldı ki ABD yönetiminin o zamanki önceliği bu tür muhtemel terör saldırıları değil, baba Bush’tan devralınan ‘Irak’ın nasıl halledileceği meselesi’ idi. Bu araştırma komisyonun çalışmaları sonucu ortaya çıkan tablo, 11 Eylül saldırılarıyla ilgili ABD yönetiminin tutumuna dair üç muhtemel senaryoya işaret etmektedir. İlk senaryo komplo teorilerine dayanmakta ve ABD yönetimini bu saldırıları bizzat planlayanlar ya da kolaylaştıranlar/göz yumanlar arasında saymaktadır. Eylemin çapı ve dünyada ABD imgesine vurduğu darbe düşünüldüğünde bu senaryo gerçekçi gözükmemektedir. Ayrıca şimdiye kadar bu senaryoyu doğrulayabilecek somut bir kanıt da bulunamamıştır. İkinci senaryo en iyimser olanıdır ve ABD yönetiminin o zamanki temel dış politika meşgalesi olan Saddam’dan kurtulma planlarından başını kaldırıp başka tehlikeleri/tehditleri göremeyip bir siyasi körlük/basiretsizlik göstermiş olduğunu varsayar. Üçüncü senaryo ise bu varsayımı bir şekilde paylaşmakla birlikte bir adım daha ileri gidip, ABD yönetiminin 11 Eylül öncesi muhtemel El-Kaide saldırılarını göremediğini/bilmediğini kabul etmez, aksine tüm ayrıntılar düzeyinde olmasa da bu tür saldırıların beklendiğini, bilerek önlem alınmadığını ve muhtemel eylemlerin yeni dünya tasarımı taarruzunda bir politik/psikolojik gerekçe olarak kullanılmasının düşünüldüğünü iddia eder. Bu senaryoya göre, ABD yönetiminin göremediği, eylemlerin olması değil, bu tarzda, çapta ve yakıcılıkta olmasıdır. Kongre araştırma komisyonunun çalışmaları sonucu ortaya çıkan tabloda en çok ağırlık kazanan senaryo bu sonuncu senaryodur. Kuşkusuz komisyon raporunu en fazla ikinci senaryoyu vurgulayarak yazacaktır (Raporda ABD yönetiminin aklanması da hala ihtimal dahilindedir).
Özetlersek, ABD’nin Irak macerası tamamen yalan dolan üzerine kuruludur. Bu yalanlar, saldırı başlamadan bile dünyanın şimdiye kadar gördüğü en global ve en kitlesel protesto eylemlerine neden olmuştur. Bir yıllık işgalin ardından bu yalanların yalan olduğu Bush tarafından bile inkâr edilemeyecek kadar ortaya çıkmıştır. Saldırının başlangıcından bugüne kadar geçen süredeki kayıp bilançosu da 22 Nisan 2004 itibarıyla şöyle: 8,902 ila 10,752 Iraklı sivil,[5] 10,000 ila 45,000 Iraklı asker,[6] 808 ‘koalisyon’ askeri[7] çatışmalarda öldürülmüşlerdir.[8] On binlerce ölünün yanı sıra bunun üç dört katı kadar yaralı olduğu da tahmin edilmelidir. Bu kayıplara ek olarak, ABD’nin Birinci Körfez Savaşı’ndan beri yaygın olarak kullandığı seyreltilmiş uranyuma dayalı bombaların yarattığı uzun vadeli sağlık/çevre sorunlarını ve buna bağlı henüz hesaplanması kolay olmayan devasa insani tahribatı da ekleyin.[9] Irak’taki ABD imgesini daha iyi anlayabilmek için bu son savaş/işgaldeki kayıplara ek olarak 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’ndaki 158,000 kişilik kaybı[10] ve de iki savaş arasında altyapının çökmesi ve ambargolar yüzünden kötü beslenmeden, hastalıktan, tedavisizlikten ölen yüzbinlerce Iraklıyı da hatırlayalım.[11] BM’nin insani gelişim indeksine göre Irak 1991’deki 96. sıradan 2000 yılına kadar 127. sıraya kadar düşmüştü. Başka hiçbir ülke bu kadar sürede bu kadar irtifa kaybetmemişti.[12] Bütün bu kayıpları, bir de son bir yılda savaş/işgal için harcanan 111 milyar dolarla karşılaştırın.[13] Bu harcanan paraların Irak’ta kapalı kapılar ardında ve tamamen siyasi kriterler[14] gözetilerek uluslararası büyük şirketlere ulufe gibi dağıtılan ihalelerle kat be kat çıkarılmaya çalışıldığını da aklımızda tutalım.
Irak’ta tablo buyken, son aylarda yönetimin Iraklılara devredilmesi planının tam bir aldatmaca olduğu da ortaya çıkmıştır. ABD’nin istediğinin, zaten kendi atadığı kukla yönetimden başka bir kukla (ya da ‘yetkisiz’ diyelim) yönetime geçiş olduğu belli olmuştur. Bu süreçte radikal/muhalif Şii gruplar üzerindeki baskılar artmış, bu grupların gazeteleri kapatılmaya, kimi üyeleri tutuklanmaya başlanmıştır. Şimdiye kadar bir miktar sabırla seçimleri ve kendilerinin de yönetime katılabileceği mekanizmaların yaratılacağı günleri bekleyen bu gibi gruplar, ABD’nin Irak vizyonunda ‘demokrasi’ denilen şeyin aslında kendilerinin ekarte edilmesi olduğunu gördükleri noktada ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmanın, zaman içinde işgale karşı çıkan değişik ve şimdiye kadar yan yana gelemeyen, birbirine rakip muhalefet öbeklerini bir araya getirmesi ve işgale karşı daha koordine bir direnişin gelişmesi ciddi bir olasılık haline gelmiştir. ABD’nin buna cevabı ise daha çok insan öldürmek ve haziran ayı içinde gerçekleşeceği söylenen ‘yönetim devri’ sonrasında ortaya çıkacak ‘Iraklı iktidarın’ tamamen iktidarsız bırakılmasına karar vermek olmuştur.[15]
Bütün bu tablo, Iraklıların çok geniş kesimleri için yeterince aşağılanma ve çaresizlik üretmektedir.[16] Iraklılar için bir umut, bu yılın Kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçimi ve o seçimde Bush’un Teksas’taki çiftliğine geri gönderilmesi olabilirdi. Ama bu seçimde Bush’un kazanma şansı olan tek rakibi Demokrat Parti adayı Kerry’nin demeçlerine baktığımızda, kendisinin başkanlığı altında da Irak’taki durumda ciddi bir değişiklik beklemek için fazla saf ya da iyimser olmak gerekiyor. Kerry’nin pozisyonu, Bush’a göre biraz daha az küstahlık ve biraz daha az aptallık vadediyor, daha fazlasını değil. Kerry de Irak’ta düzeni sağlamak için gerekirse daha çok asker, daha çok para göndermeyi öneriyor. Savaş/işgal koalisyonunun kuruluşunda oğul Bush’u tek yanlı davrandığı için eleştiriyor, ama alternatifi de (ismini vererek) Baba Bush’un kullandığı daha geniş ve ‘çok yönlü’ koalisyon. Şimdiki ABD yönetiminden farklı olarak Irak’taki ihalelerin daha şeffaflaştırılmasını öneriyor, vb. Ama Kerry için de hedef aynı: Ne yolla olursa olsun, bedeli ne olursa olsun, Irak’ta ABD’ye sadık bir ‘demokrasi’ yaratmak.[17]
Filistin-İsrail
Filistin meselesinin son haftalarda aldığı yeni şekil, Arap/Müslüman/Ortadoğu coğrafyasını kısa ve uzun vadede Irak’ta çevrilen işlerden daha da fazla infiale kaptıracak gibi görünüyor. Çünkü Filistin çok daha kronik bir problem, çünkü Filistin’de Saddam’dı, kitle imha silahlarıydı, El-Kaida’ydı, bunlar gibi manipülasyon amacıyla kullanılabilecek gerekçeler yok ve Filistin yarım yüzyılı aşkın bir süredir açık bir şekilde tecavüz ve hırsızlığın nesnesi haline getirilmiş durumda. Bu yüzden de Filistin, hem bu coğrafyada yaşayan hemen herkes tarafından hem de dünyanın ezilenleri tarafından dünya egemenlerinin kendilerini nasıl görüldüklerine dair net bir kriter/sembol haline gelmiş durumda.
Filistin’in 20. yüzyılın başından sonuna kadar geçirdiği ibret ve dehşet verici nüfus ve toprak kaymalarını çok özet olarak gözden geçirirsek şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz:
1914’te bir Osmanlı vilayeti olan Filistin bölgesinde yaşayan nüfusun %8’i Musevi, %92’si Arap. 1949’a gelindiğinde 2. Dünya Savaşı sonrası koşullarında Batılı devletlerin girişimleri ve destekleri sonucu büyük göç hareketleriyle bu bölgedeki Musevi nüfusun %33’e tırmandığını ama aynı zamanda toprağın %77’sini kontrol eden bir İsrail devleti kurulduğunu görüyoruz. Bölge nüfusunun %67’sini oluşturan Filistinli Araplara toprakların %23’ü (Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi) kalıyor. Bu sırada sayıları 700,000 civarında tahmin edilen Filistinli Arap evlerini bırakıp mülteci konumuna düşüyor. 1967 savaşından sonra ise İsrail bu %23’lük toprak parçasını da (Suriye’ye ait Golan Tepeleri’yle birlikte) işgal ediyor.[18] O zamandan beri Filistinliler işgal altında ya da başka ülkelerde mülteci statüsünde yaşıyor ve İsrail de işgal altında tuttuğu topraklarda yüzlerce ‘yerleşim merkezi’ kurmakla meşgul. Meşhur ‘Oslo Süreci’ ya da ‘İsrail-Filistin Barış Görüşmeleri’ denilen şey zaten çok haksız bir şekilde %23’e indirilmiş ve 1967’den beri işgal altında tutulan bu toprak parçasında nasıl ve ne şekilde bir Filistin devleti kurulacağı sorusu idi.
İsrail bu ‘barış sürecinin’ başından beri o %23’lük toprak parçasının anlamlı bir bütünlük olarak Filistinlilere verilmesine yanaşmadı. Buna yanaşır gibi olan, Arafat’la Oslo anlaşmasını imzalayan kendi Başbakanı Rabin’i aşırı sağcı/dinci bir militan tarafından devreden çıkardıktan sonra, ‘barış sürecinde’ bile işgal altındaki – güya Filistinlilere bırakılacak- %23’lük topraklarda onlarca yeni yerleşim birimleri kurmayı sürdürdü. Kendisine yönelik nefret ve karşı-şiddetin kendi şiddeti ve işgaline bir tepki olduğunu hiçbir şekilde anlamak istemedi ve meseleye her zaman düzayak bir asayiş/güvenlik sorunu olarak yaklaştı. Taşlı/sopalı Filistin ayaklanmalarını binlerce insanı katlederek bastırmaya çalıştı.
Bütün bu süreçte ABD her zaman İsrail yanlısı bir politika izledi. On yıllardır ABD dış yardımlarından açık farkla en çok parayı İsrail’e akıttı. İsrail’in yayılmacı ve küstah eylemleri karşısında en iyisinden sessiz kaldı, çoğu zaman da aktif destek sundu (örneğin İsrail’i kınayan ve yaptırım öngören bir sürü BM Güvenlik Konseyi karar tasarısını veto etti). Filistinliler ve bütün Arap/Müslüman/Ortadoğu alemi (giderek dünyanın bütün ezilenleri) ABD’nin bu kendileri aleyhine gelişen İsrail’i kayırma politikasını hep gördüler, bildiler. Oslo sürecine girildiğinde, Soğuk Savaş sonrası dünya konjonktürünün etkisiyle, Filistinlilerin çoğu, aslında bir haksızlık/adaletsizlik anlamına gelen, o %23’lük toprak parçasında egemen bir Filistin devleti kurmaya rıza göstermiş durumdaydılar. Ama Rabin’in öldürülmesinden beri İsrail’in bütün adımları muhtemel bir barışı dinamitlemeye ve ne yapıp edip o %23’ü daha da aşağıya çekmeye yönelik oldu. %23 üzerinden kurulacak bir barışa Filistin içinden Hamas ve İslami Cihad gibi bazı radikal gruplar karşı çıkıyordu ama bunlar azınlıktaydı. Oysa İsrail tarafında Hamas ve İslami Cihad’ın muadili sayılabilecek eğilimler büyük çoğunlukla seçim kazanıyor ve Şaron gibi tescilli bir katil[19] İsrail’in başbakanı olarak arz-ı endam edebiliyordu. Önce %23 içinde yer alan Doğu Kudüs’ün Filistin’e bırakılmasının söz konusu olamayacağı açıklandı. Sonra Batı Şeria’da İsrail’in yasadışı bir şekilde yaptırdığı ‘yerleşimlerin’ sayısı barış sürecinde bile arttırıldı ve bunların önemli bir kısmının tahliye edilemeyeceği, İsrail’e bağlanması gerektiği öne sürüldü. Ek olarak, bir Filistin devleti kurulsa bile bu devletin kara sınırlarının, hava sahasının, hayati su kaynaklarının İsrail’in denetiminde kalması gerektiği ifade edildi. Sonuçta İsrail’in istediği, %23 üzerinde egemen bir Filistin devleti değil, bu oranın yaklaşık yarıya indiği, toprak devamlılığı olmayan ceplerden oluşan ve kara sınırları/hava sahası nedeniyle gerçekten egemen olamayan bir devletçik karikatürüydü. Zaten %23’ü sindirmek için oldukça acı ilaçlar içmek zorunda olan bir halk ancak bu kadar aşağılanabilirdi. Bütün bunlar olurken, ABD kâğıt üzerinde Oslo barış sürecine bağlı göründü ve ama İsrail’in bir çözüm olasılığını torpilleyen onlarca girişimine hiç ciddi ses çıkarmadı. Bütün bunlar Filistinli intihar eylemlerinin doruk noktasına çıkmasına yol açtı.
ABD’nin Irak’a saldırmaya hazırlandığı dönemde, bu harekâtı en çok destekleyenler arasında İsrail yer aldı. İsrail aşırı sağından Irak’taki savaş hengamesi sırasında Filistinlileri o %23’ten de sürme/temizleme imkânı çıkacağını savunanlar, bu görüşe ABD’den de destek verenler oldu. Aynı zamanlarda İsrail ‘Güvenlik Duvarı’ adı altında Filistinlileri yalıtmaya yönelik bir faaliyete girişti ve utancı betonlaştırdı. Bu duvar, o %23’ün önemli bir bölümünü de İsrail’e katarak, Filistinlileri bölerek yoluna hızla devam ediyor. Yine aynı süreçte İsrail, katil başbakanı Şaron’un emriyle yüzlerce cinayet işledi, planlı suikastlar yaptı, Filistin halkının sembolü haline gelmiş olan Arafat’ı karargahına hapsetti ve her an öldürebileceğini defalarca haykırdı. Bu dönem boyunca İsrail ve ABD’ye yönelik nefret daha da arttı ve bu nefretin daha kararlı ve kıyıcı taşıyıcısı durumuna gelen Hamas daha da güçlendi.[20]
Şaron’un kankası Bush
Şimdi ise Filistin-İsrail meselesinde yeni bir gelişme ile karşı karşıyayız. 15 Nisan 2004’te Bush, Şaron’la görüşmesinin ardından, ABD’nin zaten çifte standartlarla dolu ve adil olmayan geleneksel politikasını değiştirdiğini ve İsrail’in Filistinlilerle bir barış anlaşması yapmasına gerek olmadan, Batı Şeria’nın önemli bir bölümünü ilhak ederek ve Filistinli mültecilerin evlerine dönüş hakkını sıfırlayarak, tek taraflı olarak ilhak edilmeyen işgal altındaki topraklardan çekilmesini desteklediğini açıkladı.[21] Bu demek ki ABD, şimdiye kadar en azından kağıt üzerinde desteklediği %23’lük çözümden de resmen vazgeçiyor ve Şaron’la açıkça aynı çizgiye geliyor. Bu demek ki bir Filistin Devleti olacaksa eğer, İsrail’in uygun gördüğü kadar olacak (%23’ün yarısı kadar) ve bu devlet harita üzerinde bir ucubeye benzeyecek, toprak üzerinde de İsrail’in jandarma görevi devam edecek. Bu demek ki Filistinliler, yüzyıl önce %100’e yakınını ellerinde bulundurdukları toprakların %10-15’iyle yetinmek zorunda bırakılacaklar. Ciddi ciddi önerilen ve Filistinlilerden seslerini çıkarmadan kabul etmeleri beklenen plan budur. Filistin halkını daha da aşağılamak ve daha da çaresizliğe/umutsuzluğa itmek için daha uygun bir plan olabilir mi?
Irak’taki duruma benzer bir biçimde, Bush’un alternatifi olan Demokrat Parti Başkan adayı Kerry’nin de bu plana ciddi bir eleştirisi olmadığını, temel kaygısının İsrail’in ‘güvenliği’ olduğunu belirtelim.[22]
Bush’un bu plana desteğini açıklamasından sonra İsrail hemen Hamas lideri Rantisi’yi füzeli bir suikastla öldürdü. Aynen birkaç ay önce Hamas’ın daha önceki lideri kötürüm Şeyh Yasin’i öldürdüğü gibi. Şimdi Şaron, Bush’un bu teklifini kendi partisi Likud’a onaylatmak peşinde. Ama gelin görün ki Likud için Filistinlileri bu kadar aşağılamak da yetmeyebilecek. Böylesine acuze bir planda bile bazı yerleşimlerin tahliye edilecek olması (özellikle küçücük Gaza Şeridi’ndekiler), birçok İsrailli sağcı/dinci politikacının canını sıkıyor. Şaron bu canı sıkılanları ikna etmek için diyor ki: ‘Devletin kuruluşundan beri, Başkan Bush’un mektubunda belirtildiği kadar cömert ve net bir destek almamıştık.’[23] Şaron bunu söylemekte haklı ama işte bu plandan canı sıkılanlar da haklı olarak ‘biraz daha dişimizi sıkalım, o %10-15’i vermekten de sıyırabiliriz belki’ diye düşünüyorlar. Öyle ya, yüz yılda %0’dan, %85-90’a çıkmayı becerebilmiş bir devlet var karşımızda. Beş on yıl daha dayansalar, kim diyebilir ki %100’e çıkamazlar? Onlar da haklı.
Mitler/fanteziler
İsrail toplumunun ve Musevi diasporasının hepsinde olmasa bile çok geniş bir kesiminde ‘vaat edilmiş topraklar,’ ‘atalarımızın yurdu’ ve ‘seçilmiş halk’ mitleri/fantezileri bütün ağırlığıyla işlevlerini sürdürüyor.[24] Aşırı ortodoks, köktendinci Musevi gruplarda bu fantezileri gerçekleştirmek bir yaşam anlamı haline gelmiş durumda ama mesele bu gruplarla sınırlı değil. Görece liberal Musevi muhitlerde bile İsrail’in bütün Filistin coğrafyasına sahip olmasını tarihi ve dini nedenlerle savunanlara rastlamak mümkün.[25] Bu mitlerin/fantezilerin değişik derecelerde de olsa geniş bir siyasi spektrumda rezonans yaratabilmesi o bölgede kalıcı ve adil bir barış için en büyük engel. Türkiye’de nasıl MHP türü bir milliyetçilik, kimi hassas konularda toplumun çok geniş kesimlerini rehin alabiliyorsa ya da nasıl ‘Kemalizm’ faşistinden sosyalist olduğunu söyleyen kimi gruplara kadar çok geniş bir siyasi yelpazeyi etkileyebiliyorsa, İsrail ve Musevi diasporası için de durum çok farklı değil. Tabii ki her halk gibi Museviler de yekpare bir bütün değil ve bu mitlere/fantezilere pabuç bırakmayan, onlarla bütün zorluklara rağmen kıyasıya mücadele eden Musevi kesimler de var. Hatta, işgal altındaki topraklarda savaşmayı reddeden askerlerden oluşan yüz akı bir Refusnik hareketi çıkarabilmiş olmasıyla, eski gücünden çok şey kaybetmiş olmasına rağmen hala canlı bir sol/barış hareketine sahip olmasıyla bazı konularda Türkiye’den daha ileri bile görülebilir ama, İsrail toplumu ve Musevi diasporasının geneline baktığımızda bu mitlerin/fantezilerin tayin edici etkisini gözden kaçırmak mümkün değil. Filistin’in en ücra yerlerine kadar gidip kısmen ya da tamamen devlet desteğiyle kendilerine köyler/kasabalar kurmuş olan ve ‘hiç bir yere gitmeyiz, bu topraklar bizim; bu Tanrı’nın sözü, burası kutsal bir yer, burada Tanrı’ya ve atalarımıza daha yakınız; bu yakınlık için kalkıp Brooklyn’den (New York) buraya göç ettik; İsrail ordusu dahil kim bizi buradan çıkarmaya gelirse ölene kadar savaşırız’ diyen mümin Musevileri (ki sayıları yüzbinleri buluyor artık; ayrı partileri var, koalisyonda iktidar ortağı oluyorlar, vb.), hangi İsrail hükümeti, nasıl oralardan çıkartacak? O mitlerle/fantezilerle İsrail toplumu ve Musevi diasporası derinlemesine hesaplaşmadan hiçbir İsrail hükümetinin cesaret edemeyeceği bir iş bu.
Nükleerci ‘vatan haini’ Vanunu
ABD’nin İsrail-Filistin-Irak konusundaki çifte standartlı ve nefret üreten politikalarına geri dönersek, tesadüfen son günlerde gazetelere yansıyan bir haberi de konu etmemiz gerekecek. Mordechai Vanunu isimli İsrail vatandaşı bir nükleer bilimci, 12 yılı hücrede olmak üzere 18 yıl İsrail hapishanelerinde yattıktan sonra 21 Nisan günü cezasını tamamlayarak salıverildi. Vanunu, 18 yıl öncesine kadar İsrail’in nükleer programlarında çalışıyordu ve 18 yıl önce İtalya’da bulunduğu bir sırada İsrail’in nükleer silah yapmada kullandığı, kendisinin de çalıştığı Dimona reaktörüyle ilgili bilgileri basına sızdırmıştı. Aynı yıl Mossad tarafından İtalya’dan kaçırılmış, ‘vatana ihanetle’ yargılanmış ve 18 yıla hüküm giymişti. İşte bu Vanunu cezasını tamamlayıp serbest bırakıldı, ama bir sürü sınırlamayla: İsrail dışına çıkamayacak, yabancılarla görüşemeyecek ve Dimona reaktöründeki faaliyetlerinden kimseye bahsedemeyecek. Haber bu kadar.[26]
Şimdi bu habere, bütün dünyanın İsrail’in elinde yüzlerce nükleer bomba bulunduğunu bildiğini, İsrail’in Dünya Atom Enerji Kurumu’nun denetimini öteden beri kabul etmediğini, ‘var mı yok mu?’ sorularını öteden beri cevapsız bıraktığını, 1981’de Irak nükleer reaktör kuruyor diye uçaklarını gönderip bu reaktörü bombaladığını ve bu eylem neticesinde yine ABD’nin himayesine mahzar olduğunu, ABD’nin Irak’a saldırmadaki temel gerekçesinin, BM uzmanlarının aksi yöndeki raporlarına rağmen bu ülkenin nükleer/kimyasal/biyolojik kitlesel imha silahlarına sahip olması olduğunu, ABD’nin yine bu nükleer meseleler yüzünden İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerin başında boza pişirdiğini ama İsrail’e bir kez olsun ‘nükleer soru’ sorma ihtiyacı hissetmediğini ekleyin. Nasıl bir tablo çıkıyor ortaya? Bu tablo karşısında bir Filistinli, bir Iraklı (bir Arap, bir Müslüman, vb.) ne hisseder?
ABD ve İsrail açısından bu sorunun bir anlamı yok. O yüzden şaşkınlık içinde ‘neden bizden bu kadar nefret ediyorlar ki?’ diye sorabiliyorlar. Oysa asıl soru şu: Nefretten başka bir şey hissedebilmeleri mümkün mü?
Hristiyan köktendinciliği
Bu yazıda şimdiye kadar Musevi ve Müslüman köktendinciliği üzerine yeri geldikçe kısaca değindim. Oysa daha az bilinen ve dünyayı şekillendirme konusunda diğer ikisinden muhtemelen daha etkili olan bir köktendincilik daha var: O da Hristiyan olanı.
İncil’deki kimi satırları bir araya getirip, 19. yüzyılda bir öğreti ortaya çıkaran bu hezeyan sahiplerine göre, belli koşullar yerine geldiğinde İsa dünyaya geri gelecek. İlk koşul, İsrail Devleti’nin kurulması. İkinci koşul, İsrail’in ‘kutsal toprakları’ (Orta Doğu’nun çoğu) işgal etmesi ve El Aksa Camii’nin olduğu yerde üçüncü tapınağı kurması. Bunlar yapıldığında kafir (yani anti-İsa, yani Müslümanlar, BM, AB, Fransa vb.) orduları İsrail’e karşı harekete geçecek ve Armageddon vadisinde nihai bir savaş olacak. Museviler ya yanacaklar ya da Hristiyanlığa geçecekler. O zaman da Mesih dünyaya geri dönecek. Bu nihai savaş başlamadan önce gerçek inanç sahipleri (yani ‘öz-Hristiyanlar’) cennete yükselip Tanrı’nın yanında yedi yıl sürecek ve bütün rakiplerini perişan edecek bu savaşı bir tür locadan izleyecekler. Bu insanlar o cennete yükseliş anının ne kadar yakınlaşıp uzaklaştığını gayet ‘bilimsel’ yöntemlerle günü gününe izliyorlar[27] ve öğretideki kehanetlerin gerçekleşmesi için yalnızca dua etmenin yetmeyeceğini, kendi aktif katkıların da ihtiyaç olduğunu biliyorlar. İşin hezeyan kısmı bu.[28]
Hezeyan olmayan kısmı ise şöyle: ABD’de yapılan kamuoyu yoklamalarına göre, ABD seçmenlerinin %15-18’i bu öğretiyi destekleyen kiliselere ve hareketlere üye. Bu da Cumhuriyetçi Parti’ye oy verenlerin %33’ü anlamına geliyor, 1999’da yapılan bir çalışmaya göre. Yüzer gezer oylar çıkarıldığında Cumhuriyetçi Parti’nin kemik tabanının çoğunluğu demek bu. Çok çok satan kitapları var, ABD Adalet Bakanı John Ashcroft onlardan, Kongre’deki çoğunluk Cumhuriyetçi Parti grup lideri Tom Delay onlardan. Örneğin 2002’de Bush, Şaron’dan tanklarını Jenin’den çekmesini istediğinde bu ekip üyelerinden bir anda 100,000 öfkeli e-posta alıp, bu konuyu bir daha ağzına bile almamış. Kısacası, ABD’nin ve Bush’un İsrail saldırganlığını ve yayılmacılığını desteklemesi, bu ekibin inanç sisteminde temel bir yer işgal ediyor. Bu ekip dışındaki ABD seçmeni içinse dış politika zaten hiçbir zaman çok ön planda değil. O yüzden Bush’un bu politikadan vazgeçmesinin ciddi bir oy kaybını göze alması anlamına geldiği belirtiliyor. Dış politikaya (özellikle Orta Doğu politikasına), kendileri dışındaki ABD’lilerden çok daha fazla önem veren ve Bush’un kemik oylarının çoğunluğunu oluşturan bu kitlenin Orta Doğu işlerinde sayısal gücünün çok daha üzerinde bir etkiye sahip olabilmesi bu yüzden.[29]
ABD’nin İsrail’i kollaması/desteklemesi meselesi kuşkusuz tamamıyla Hristiyan köktendincilerin ağırlıkları ve faaliyetleriyle açıklanabilecek bir konu değil. ABD’de öteden beri, mali ve entelektüel ayrıcalıklara sahip geniş bir Musevi diaspora ve Israilsever bir kitle mevcut. Hristiyan köktendinciler bu kadar ağırlıkta olmasa da ABD’nin Orta Doğu’daki dış politika çıkarları açından İsrail’i besleyip, büyütmesi ve bir jandarma olarak tutması beklenir bir şey. Ama bu köktendinciliğin, zaten genel olarak İsrail yanlısı olan ABD politik matriksini, İsrail saldırganlığına ve yayılmacılığına daha da cevaz veren bir hale getirdiği söylenebilir. Bu Hristiyan köktendinciliği ABD’de ağırlığını koruduğu sürece (ki köktendinciliklerin irtifa kaybetmesi o kadar kolay ve hızlı olmaz), Orta Doğu’da sürdürülebilir ve adil bir barışa ulaşma yolunda ek ve sürekli bir engel olacaktır.
Sonuç olarak
Sonuç olarak önümüzdeki dönemde bölgeyi ve dünyayı parlak günler beklememektedir. Bu yazı boyunca kısaca değinmeye çalıştığım nedenler ve son gelişmeler yüzünden ABD, İsrail ve müttefiklerine yönelik nefretin daha da kabarması için koşullar çok uygundur. Zaten bol miktarda bulunan aşağılanma, çaresizlik, umutsuzluk hali son aylarda iyice artmıştır. Buna bağlı olarak Ortadoğu coğrafyasında anti-Amerikan, anti-Batı ve anti-semit duyguların daha da kabarıp yaygınlaşması çok muhtemeldir. Şimdiki durumda bu kabarmayı işlemeye en yatkın eğilim, Musevi ve Hristiyan köktendinciliklere yönelik tepkiyi benzer bir düzeyden yansıtmaya çalışan radikal/silahlı İslamcı gruplardır. ABD ve İsrail’in mevcut politikaları El-Kaide türü yapılar için ideal bir gelişim ortamı sunmaktadır. Filistin ve Irak’taki yerel İslamcı direniş odaklarının sıkıştıkları oranda uluslararası İslamcı şiddet şebekelerine yanaşması beklenebilir. Amerikan, Musevi, Batı olan ve bunlarla iş birliği içinde görülen her şeyin hiçbir ayrım gözetmeden şeytanlaştırılıp şiddete maruz bırakılması eskiye göre daha mümkün ve daha kolay olabilecektir. Ne kadar yanlış bulursak bulalım, önümüzdeki dönemde intihar eylemlerinin yeni bir dalgayla yükselmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Kabaran nefretin radikal İslamcılar tarafından mobilize edilemediği yerlerde milliyetçi/izolasyonist (içe kapanmacı) eğilimler güç kazanabilecektir. ABD ve İsrail’in politikalarına karşı duramadığı, en azından bir miktar fren işlevi göremediği oranda BM teşkilatı ve AB gibi toplulukların ciddi oranda güvenilirlik kaybına uğrayacağı ve Ortadoğu insanını büyük ölçüde kaybedeceği de açıktır. Ortadoğu coğrafyası, ABD’nin iddia ettiğinin aksine, demokratik dönüşümlere birkaç yıl önce olduğundan daha uzaktır.
Bu tablo, kritik değişim sancıları yaşayan Türkiye’yi ister istemez etkileyecektir. Türkiye, ABD-İsrail yörüngesinden uzaklaştığı ve demokratik reformlarını derinleştirdiği ölçüde diğer bölge halklarıyla dostluk ve iş birliğini geliştirme şansına sahip olacaktır. Bu yörüngeden çıkmadıkça intikamcı şiddetin kapsam alanına girme riski artacaktır. Her hâlükârda, Ortadoğu bağlamında Türkiye’yi zor bir dönem beklemektedir.
Bu karanlık tablonun hafifletilmesi ve giderek dönüştürülmesi için dünyada ve bölgede özgürlükçü sosyalist bir hareketin barış hareketiyle iş birliği içinde aktif müdahalesine ihtiyaç her zamankinden çok daha fazladır. Şimdiki durumda sayısal olarak güçlü olmasa da kısa vadede verim elde etme şansı pek olmasa da böylesi bir kaos, kan ve tıkanıklık ortamında özgürlükçü sosyalist bir perspektifin iyi çalışıldığı takdirde zamanla (ve sırasıyla) entelektüel, moral ve politik hegemonya kurma şansı vardır. Bu yolda:
- Yangına boyuna benzin döken ABD ve İsrail durdurulmalıdır. Bu devletler saldırgan ve yayılmacı politikalarına son vermedikçe bıkmadan usanmadan politikaları/yalanları teşhir edilmeli ve mümkün en geniş koalisyonlar kurularak bu tecavüze karşı direnilmelidir. Uluslararası ve ulusal siyasi birimlerin ABD-İsrail yörüngesinden çıkması ısrarla talep edilmelidir.
- ABD-İsrail politikalarının, dünya çapındaki neo-liberal taarruzla doğrudan ilişkisi ve bu taarruzun da yoksullaştırıcı/yoksunlaştırıcı etkileri sergilenmelidir.
- Nefret üreten ya da nefreti tepki olarak yeniden-üreten her tür köktendincilik ve milliyetçilik, algı dünyaları ve yol açtıkları/açabilecekleri felaketler üzerinden teşhir edilmelidir.
- ABD ve İsrail devletlerine karşı direnilir ve onların yörüngesinden çıkılması talep edilirken, bu ülkelerde ve genel olarak Batı/Kuzey ülkelerinde var olan muhalif hareketlerle daha çok köprü kurulmalı ve ortak fikir/eylem üretmeye imkân tanıyacak zeminler geliştirilmelidir.
- Aynı biçimde Ortadoğu ve Doğu Akdeniz havzasında ulusal sınırları aşan, bölgesel düzeyde fikir/eylem ortaklaşmasına zemin sunan platformlar geliştirilmelidir. Yalnızca akademik değil politik derdi de olan Arap, Kürt, Türk, Acem, Musevi (ve Yunan, Ermeni, Azeri, Kıbrıslı vb.) solcuların bir araya gelebildiği toplantılar, dergiler, internet siteleri ufkumuz dahilinde olmalıdır.
Bütün bu kaotik ve yıkıcı ortamdan özgürlük ve eşitliğe doğru kurucu bir irade çıkabilecekse – ki çıkmasının garantisi yoktur ama böyle bir irade yaratılmadan da durumun düzelme şansı görünmemektedir-, uzun vadeli, mütevazi adımlarla ama iddialı bir projeyi önümüze koyarak ve hepsinden önemlisi kendimize güvenerek yola düzülmekten başka çare yoktur.
[1] Buradaki varsayımsal örnekte kabul ettiğimizin tersine, bu insanlarla yapılan mülakatlardan gördüğümüz kadarıyla intihar eylemcisi olmayı tetikleyen güdü, en azından büyük çoğunluk için, ‘delilik’ ya da beyin yıkanmışlık değil, kendi çerçevesi içerisinde görece rasyonel bir hesap ve derin bir davaya bağlılıktır.
[2] Murat Paker (2001). ABD’nin kudreti sarsılırken: Kısmen kişisel bir New York yazısı. Birikim, 150 (Ekim 2001).
[3] Ancak böyle bir zeminin varlığında, örneğin ‘şehitlik kültü’ ya da ‘cennete gitme garantisi’ gibi dini motifler elverişli bir şekilde kullanılabilir bir hale gelmektedir.
[4] ABD’nin Irak’a saldırısı öncesinde orada bulunmayan El-Kaide, işgal koşullarının uygun ikliminde Irak’ta belli bir taban bulma şansına şimdi sahip. Irak’ta olmayan El-Kaide’ye orada da serpilip büyümesi için uygun zemini sunmak yine ABD’ye düştü.
[5] http://www.iraqbodycount.net (21 Nisan 2004 itibarıyla).
[6] Jonathan Steele (28 Mayıs 2003). Up to 45,000 Iraqi soldiers killed? The Guardian. (http://www.guardian.co.uk/comment/story/0,3604,965089,00.html)
Paul Rogers (4 Ağustos 2003). Broken lives, bitter hearts. OpenDemocracyNet.
(http://www.opendemocracy.net/articles/ViewPopUpArticle.jsp?id=2&articleId=1137)
[7] http://www.arab2.com/radiotv/coalition-deaths.htm . Hayatını kaybeden ‘koalisyon’ askerlerinin ülkelere göre dağılımı: ABD (705), İngiltere (59), İtalya (17), İspanya (11), Bulgaristan (5), Ukrayna (4), Tayland (2), Polonya (2), Danimarka, El Salvador, Estonya (1’er). Bu konuya yer veren derli toplu başka bir site: http://lunaville.org/warcasualties/Summary.aspx
[8] Irak’ta ABD ordusundan sonra ikinci büyük askeri varlık, taşeron özel ordulardır. Bu kategoriye giren askerlerin sayısı 10 ila 20 bin arasında tahmin edilmektedir. Öldürülen taşeron askerlerin sayısına hiçbir kayıp listesinde yer verilmemektedir (Irak’taki özel orduların ve dünyada orduların özelleştirilme eğiliminin kapsamlı bir değerlendirmesi için bknz: Evren Balta (2004). Bildiğimiz anlamda devletin sonu mu? İmparatorluk ve özel ordular. Birikim, 178 (Şubat 2004).
[9] http://www.unobserver.com/layout5.php?id=1420&blz=1
[10] 1991’deki Birinci Irak harekatındaki kayıplar hakkında ABD’de kamu görevlisi bir nüfusbilimci olan Daponte’nin muhafazakâr sayılabilecek bir hesaplamasını verelim: Daponte’nin hesaplarına göre Birinci Irak Savaşı sırasında ve hemen sonrasındaki Kürt ve Şii isyanlarında 86,194 erkek, 39,612 kadın ve 32,195 çocuk doğrudan ya da dolaylı olarak çatışmalar nedeniyle hayatlarını kaybetmişlerdir. Bunların 40,000’inin Irak askeri olduğu tahmin edilmiştir. Yaklaşık 70,000 kişi savaş sonrası su ve enerji yokluğu nedeniyle ölmüşlerdir. Daponte’nin verdiği toplam sayı 158,000’dir. Devlet içinde gizli kalması gereken Daponte raporunun basına sızması nedeniyle bu nüfusbilimcinin kızağa çekildiğini de belirtelim (Thomas Ginsberg (5 Ocak 2003). War’s toll: 158,000 Iraqis and a researcher’s position. Philadelphia Inquirer.
[11] Çoğunluğu çocuk olmak üzere, 1991 ve 2003’teki iki Irak saldırısı arasında geçen 12 yıllık sürede ambargolar ve yaptırımlar nedeniyle ortaya çıkan açlık, hastalık, tedavisizlik sonucu hayatını kaybeden Iraklı sayısı bir milyonun üzerinde tahmin edilmektedir (bknz: http://www.medialens.org )
[12] UNDP (2002). Human Development Report – Iraq.
[13] http://www.infoshout.com/the_toll.htm
[14] ‘Siyasi kriter’ burada ‘ABD yönetimine yakınlık’ ya da ‘yönetimdeki bazı kişilerle –Başkan Yardımcısı Cheney gibi- ortaklık’ anlamına geliyor.
[15] Steven R. Weisman (23 Nisan 2004). White House says Iraq sovereignty could be limited. The New York Times.
[16] Irak’taki siyasi denklemde Kürtlerin konumları oldukça faklıdır ve bu yazının kapsamı dışındadır. Ama geçerken belirtelim ki Irak Kürdistan’ı ile Irak’ın geri kalanı arasındaki açı, ABD’ye ve işgale bakış eksenlerinde giderek daha da büyümüştür ve Kürt-Arap çatışma ihtimali eskiye göre daha da artmıştır. Bu anlamda Irak’ta Kürtlerle Arapların ortak davranma, ortak bir gelecek kurma ihtimalleri eskiye göre daha azdır.
[17] Tim Russert (18 Nisan 2004). Interview with John Kerry. NBC News (http://www.msnbc.msn.com/id/4772030).
[18] Filistin’in kısa tarihine ilişkin bknz: Koray Çalışkan ve Münir Fahreddin (2000). Yeni intifada ve Filistin sorunun kısa tarihi. Birikim, 140 (Aralık 2000). Ayrıca bknz: MERİP. Palestine, Israel and the Arab-Israeli Conflict: A Primer (http://www.merip.org/palestine-israel_primer/toc-pal-isr-primer.html)
[19] Yıldırım Türker (26 Nisan 2004). Şaron’un dokunulmazlığı. Radikal.
[20] İlginç bir şekilde yıllar önce yine İsrail, Arafat’ın gücünü kırmak için Hamas’ın kuluşuna da destek vermişti.
[21] Elisabeth Bumiller (15 Nisan 2004).In Major Shift, Bush Endorses Sharon Plan and Backs Keeping Some Israeli Settlements. New York Times.
[22] Tim Russert (18 Nisan 2004). Agy.
[23] Greg Myre (23 Nisan 2004). Israeli Says Vote Against Gaza Pullout Will Not Derail Sharon’s Plan. The New York Times.
[24] Bu mitlere/fantazilere ek olarak, Musevi toplumunun binyıllar boyunca değişik coğrafyalarda kırımlara uğratılmış olmasının (son ve en önemli episod olarak Naziler tarafından birkaç yıl içinde 6 milyon Musevinin öldürülmüş olmasının), ‘en mağdur biziz’ şeklinde derin bir travmatik yargıya yol açtığını ve bu yargının da yok olma kaygısını çok kolayca tetiklenebilir halde tuttuğunu belirtmek gerek. Aynı yargının, kendi eylemleri nedeniyle ortaya çıkan başkalarının mağduriyetlerini anlamada ciddi bir engel teşkil etmektedir. ‘Ne olursa olsun, bizim kadar mağdur olmaları mümkün değil’ gibi.
[25] New York’un ilerici/demokrat ve toplumsal duyarlılığa sahip psikanalistlerinin/psikoterapistlerinin yer aldığı bir çalışma grubunda her konuda çok makul ve aktif tavırlar alan ve çoğunluğu Musevi olan bu insanların bir kısmının, konu İsrail’e gelince nasıl tutuculaştıklarını, İsrail’i eleştiren herkesi nasıl hemen anti-semitizmle suçlayıp susturmaya çalıştıklarını, biraz üstlerine gidilince de yüzeydeki o liberal boyanın dökülüp altından nasıl o ırkçılığa varan ‘atalarımızın yurdu’ ve ‘vaat edilmiş topraklar’ fantezilerinin sırıttığını, birinci elden tanık olarak, burada anmadan geçemeyeceğim.
[26] James Bennet (20 Nisan 2004). Vanunu Says Israel’s Atom Reactor Should Be Destroyed. The New York Times.
[27] http://www.raptureready.com
[28] George Monbiot (20 Nisan 2004). Their beliefs are bonkers, but they are at the hearth of power. Guardian.
[29] George Monbiot. Agy.
(*) Bu makale ilk olarak Birikim Dergisi’nin 184 nolu Mayıs 2004 sayısında yayınlanmış, daha sonra da “Psiko-politik Yüzleşmeler” kitabında yer almıştır.